105 gazetecinin cezaevinde bulunduğu Türkiye, dünya çapında en
fazla tutuklu gazetecinin olduğu ülkedir. Geçtiğimiz çarşamba günü
tutuklu gazetecilerin serbest bırakılması için “Tasmalı değil,
kelepçeliyiz” sloganı ile “Tanıklık Günleri” eylemlerine başlandı.
Tutuklu Gazetecilere Özgürlük Platformu öncülüğünde Haziran ayı boyunca
İstanbul Adalet Sarayı önünde her gün beş gazeteci için tanıklık
edecek.
2004’te kurulan Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu
(TGDP) da Tutuklu Gazetecilere Özgürlük Platformu’nda yer alıp,
gazetecilik faaliyetlerinden ötürü tutuklanan basın emekçilerin durumuna
dikkat çekiyor, bu konuyla ilgili çalışma yürütüyor. Biz de, Türkiye’de
basın özgürlüğü konulu panellere katılmak üzere Rosa Luxemburg Vakfı ve
Rote Hilfe derneği tarafından Almanya’ya davet edilen TGDP Sözcüsü
Necati Abay ile AKP’nin bu alana müdahalelerini, tutuklu gazetecileri ve
basın kuruluşlarının basın özgürlüğü savunuculuğunu konuştuk.
Türkiye
Cumhuriyeti tarihinin hiçbir döneminde bu kadar tutuklu gazeteci yoktu.
100’den fazla gazetecinin şu an cezaevinde olmasının AKP politikası ile
bağı nedir?
AKP, halkın haber alma hakkından müthiş
derecede rahatsız oluyor. Türkiye’de çok ciddi politik gündemler var;
Kürt sorunu var, Alevi sorunu var, farklı sorunlar var. Bu
sorunların
basın üzerinden gündemleştirilmesi karşısında korkunç bir rahatsızlık
duyuyor. Bu hükümet nezdinde de, yargı nezdinde de böyle. Mesela Pozantı
Cezaevi’ndeki çocuklara yönelik cinsel tacizi açığa çıkaran bir kadın
gazeteci vardı, Dicle Haber Ajansı’nın Adana muhabiri Özlem Ağuş. Bunu
gündeme taşırdı ve Türkiye’de önemli ölçüde bir etki yarattı bu haberin
kendisi. Siyasi iktidar bu haberden çok rahatsız oldu ve Özlem Ağuş da
şimdi tutuklu.
AKP Hükümeti döneminde tutuklu gazeteci sayısı
bakımından Türkiye’nin dünya birincisi olması, bu rahatsızlığın ifadesi.
Terörle Mücadele Kanunu (TMK) da AKP döneminde, yanlış hatırlamıyorsam
Haziran 2006’da güncellendi. AKP Hükümeti bu yasaya dört elle sarıldı.
Çünkü halkın haber alma özgürlüğünü bu yasayla zapturapt altına
alacağını sanıyordu. Bugün tutuklu bulunan bütün gazeteciler, TMK
kapsamında cezaevinde tutuluyor. Ayrıca çok sayıda gazeteci de yargı
kıskacı altında. AKP Hükümeti Özel Yetkili Mahkemelere (ÖYM) de dört
elle sarıldı. Bu mahkemeler, Ergenekoncuları geriletmede özel bir rol
oynadı. Ama daha çok özgür basını, Kürt ve sosyalist basınının
gazetecilik yapma alanı bu mahkemelerin eliyle önemli düzeyde
sınırlandırılmış oluyor. İki örnek vereyim. Artık gazetecilere asırlık
cezalar veriliyor. Vedat Kurşun bunun örneğidir. Atılım gazetesinin yazı
işleri müdürü Hatice Duman’a ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası
verildi. Keza bana verilen ceza, 18 yıl 9 ay. Bu, Özel Yetkili
Mahkemelerin eliyle oluyor.
Hükümet aynı zamanda basın özgürlüğü,
düşünce ve ifade özgürlüğü alanındaki bu olumsuz tablo karşısında da zor
durumda. Bir bakan da ‘Yurtdışında en fazla bize basın özgürlüğü ve
tutuklu gazetecilerin durumu soruluyor’ demişti. Bu durum, hükümet
yetkililerin diline de yansıyor. Halkın haber alma hakkını daha da
sınırlayarak kendi iktidar alanlarını daha da genişleteceklerini
düşünüyorlar. Ama dünya kamuoyu nezdinde bu ters tepti.
O zaman mesele sadece TMK veya ÖYM mi? Bunlar kaldırılsa sorun çözülmüş mü olacak?
Bakınız,
20 Aralık 2011 operasyonu, bir günde 48 gazetecinin gözaltına alınmış
olması, Türkiye’de bir ilktir. AKP Hükümetine nasip olmuş. Bu aynı
zamanda TMK’nin, ÖYM’lerin bir ürünü, çünkü 35 kişi aynı günde
tutuklanmıştır. AKP’nin geldiği nokta bu. Ahmet Şık, Nedim Şener, Ragıp
Zarakolu gibi gazetecileri serbest bırakarak da üzerindeki baskıyı
azaltacağını sanıyor. Ama hükümetin zihniyetinde değişen bir şey yok.
Basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü alanında öz itibariyle
değişen bir şey yok. Öne çıkmış bazı isimlerin serbest bırakılması
Türkiye ve dünya kamuoyunun baskısının bir sonucudur. Basın özgürlüğünü
savunan herkesin bir katkısı vardır. Ama diğer tutuklu arkadaşlarımız
var, binlerce dava var. AKP, bir yasa değişikliği ile bütün tutuklu
gazetecilerin serbest bırakılmasını sağlayabilir.
Kısa vadeli çözüm,
TMK’nin iptal edilmesi ve ÖYM’lerin kaldırılması. Bu, temel bir nokta.
Şüphesiz orta vadedeki çözüm, Türkiye’de demokrasinin kurulmasından
geçiyor. Türkiye’de gerçek bir demokrasi olmadığı müddetçe, basın
özgürlüğü üzerindeki ihlaller her daim devam edecektir. Zaman zaman
azalır, zaman zaman çoğalır.
Özgür basın emekçilerinin
yargılanacağı iddianamede, her türlü gazetecilik faaliyeti suç kapsamına
alınmıştı. Siyasi iktidar, üzerindeki baskıya karşı ‘bunlar terörist,
bunlar tecavüzcü’ diyor. Bu tablo ortadayken iyimser olabiliyor musunuz?
Bu
tablo tabii ki olumsuz. İddianamelere gelince; genel olarak Kürt
gazetecilik ve sosyalist basın ile ilgili hazırlanan iddianameler aşağı
yukarı bu minval üzerinde. İşte Oda TV davasında da medya ile ilgili bir
belge varmış. Virüs yoluyla gönderildiği söyleniyor. İddianamelere
bakıyoruz, gazetecilik faaliyeti dışında hiçbir şey yok. 20 Aralık
iddianamesinde de bir dizi telefon görüşmeleri, ‘terör örgütü ile
ilişki’ bağlamında algılanıyor ve yorumlanıyor. Halbuki bunların hepsi
gazetecilik faaliyeti. Hükümet gazetecilik faaliyetini inkar ederek,
‘bunlar terör örgütü ile ilişkili davalar’ diyerek bunu üzerinden atmaya
çalışıyor.
Bu, Türkiye’de gelenekselleşmiş bir devlet
politikasıdır. Susturulmak istenen gazeteciler, bilim insanları asılsız
iddialarla, komplolarla susturuluyor. AKP Hükümeti de bu geleneksel
devlet politikasına dört elle sarılıyor, TMK’ye dört elle sarıldığı
gibi. Sebahattin Ali, Markopaşa dergisinin sahibi iken gözaltında
kaybedildi. 1938’de Nazım Hikmet susturulmak isteniyor, Kemal Tahir,
Hikmet Kıvılcımlı susturulmak isteniyor. O dönemki hükümet nasıl bir
yöntem uyguluyor? Orduda isyana teşvik ettikleri gerekçesiyle dava
açılıyor. Asılsız bir iddia. Bunlar yazar, gazeteci, şair. Yani yöntemi
bu. Keza 6-7 Eylül’deki katliamda, katliamcılar yargılanması gerekirken
Aziz Nesin gibi insanlar yargılanıyor. Aynı şekilde 1 Mayıs 1977’de,
katliamı yapanlar değil, gösteriye gelen işçiler, emekçiler yargılandı.
Altan Öymen gazetecidir, 12 Mart döneminde de gazeteciydi. Altan Öymen’i
susturmak istediler, ‘sen uçak kaçırdın’ dediler. Bu geleneksel devlet
politikası net olarak anlaşılmazsa şu anki basın özgürlüğü alanındaki bu
müdahale de anlaşılamaz. Hükümet tabii ki ‘bunlar gazeteci değil,
bunlar terörist’ diyor. ‘Bunlar terör örgütü ile ilişkilidir’ diyor. Bu
sadece bu hükümetin marifeti değil ki. TC devletinin bir geleneksel
politikası. Aslında Erdoğan da aynı acıyı yaşadı. 92’de şiir okuduğu
için tutuklandı, yargılandı ve mahkum oldu. Ama iddianame öyle demiyor,
‘halkı din-ırk ayrımı gözeterek kışkırtmak’tan yargılandı. Şimdi Erdoğan
bunu nasıl izah edecek? Böyle tezatlıklar söz konusu.
Peki
madem devlet kriminalizasyon için ‘bunlar terörist’ argümanını
kullandı, o zaman ona sahip çıkmak gerekmez miydi? Yani ‘hükümetin terör
dediği şey buysa, evet teröristiz’ diyerek bu argümanın tersyüz
edilmesi gerekmez miydi? Tutuklu Gazete’nin ‘Terörist değil gazeteciyiz’
manşetini bu anlamda biraz garipsedim...
Bu aslında
hükümetin jargonuna yönelik bir göndermeydi. Hükümet diyor ‘siz
teröristsiniz’, gazeteciler de ‘biz gazeteciyiz’ diyor. Orada şöyle bir
ince nokta da var; Türkiye’de yasalara göre gazetecilik suç değil. Ama
hükümetlere göre bazı gazetecilerin susturulması gerekiyor çünkü
rahatsızlık veriyorlar ediyor. Nasıl susturulacak? Gazetecilik yapmak
suç olmadığına göre dolambaçlı yöntemlere başvuracak. Ve terör damgası
ile susturacak. Bunun karşısında bir gazetecinin ‘ya ben terörist
değilim, ben gazeteciyim, terörist olduğumu kanıtla’ deme hakkına sahip.
Beni, Atılım gazetesinde çıkan bombalama eylemi haberlerine
dayanarak bombalama eylemlerinin koordinatörü olmakla suçladılar. Ben de
kendimi şöyle savundum: Sayın yargıçlar, ben sosyalist bir gazeteciyim.
Benim ideolojimi mahkum edin, beni bunun için yargılayın, yazdığım
yazılardan dolayı yargılayın. Ama beni asılsız bir iddia ile
yargılayamazsınız. Bu suçlamayı kabul etmiyorum!
Tutuklu Gazete’deki
manşeti de böyle bir mantığın ifadesi olarak algılıyorum. Gazeteciler,
hükümetin asılsız iddiasını tersine çevirmek, boşa çıkartmak için ‘biz
gazeteciyiz, biz terörist değiliz’ diyor. Burada ince bir nokta var.
Bir
de medya ile ilgili ilkesel bir yaklaşımı ortaya koyalım. Bunu Platform
olarak da genişletmeye çalışıyoruz. Çünkü baktık ki herkes basın
özgürlüğünü savunuyor. ‘Hoop’ dedik, ‘olmaz!’, Türkiye’de herkes basın
özgürlüğü savunucusu filan değil. Kürt, sosyalist, ilerici basın
kuruluşları zaten savunuyor. Ama merkez medyanın basın özgürlüğü
savunucusu olduğunu söylemek mümkün değil. Basın özgürlüğü savunuculuğu,
tutarlı bir basın özgürlüğü savunuculuğu anlamında kullanılıyor. Merkez
medya tutarsız bir basın özgürlüğü savunucusudur. Bunun altını
çiziyorum. Bazı basın meslek kuruluşları da tutarsız bir basın özgürlüğü
savunucusudur. Çünkü bugün Türkiye’de tutarlı bir basın özgürlüğü
savunucusu olmanın yolu, Kürt ve sosyalist basınını sahiplenmekten
geçiyor.
Tamam, son zamanlarda medyada Özgür Gündem’in kapatılmasına
ilişkin bazı olumlu sesler çıktı. Bunları yadsımıyoruz. Ama diyoruz ki,
tutarlı olmak istiyorsanız, bu ülkede basın özgürlüğü konusunda dünya
kadar ihlal var, bu ihlalleri gazetelerinize, televizyonlarınıza
taşırmanız lazım.
Bu konuda da doğrudan bir müdahale söz
konusu. Mesela Mensur Güzel’in eyleminde TV yayınlarına başbakanlıktan
açıktan yapılan müdahale bunun çok somut bir örneği idi. Roboskî’de de
bunu gördük. Geçen yıl birçok gazeteci işini kaybederken, kendi
meslektaşlarının tepki düzeyini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hükümetin
baskısının bir ifadesi olarak NTV’den Ruşen Çakır atıldı, Nuray Mert
Milliyet’ten atıldı, Banu Güven atıldı, en sonra da Ali Akel Yeni
Şafak’tan kovuldu. Bu çok somut olarak hükümetin merkez medya üzerindeki
baskısının dışavurumu. Bu nasıl bir tablo oluşturuyor? Otomatikman
sansür ve oto sansür devreye sokuluyor. Basın özgürlüğünü sınırlandıran,
ortadan kaldıran olgulardır bunlar. Basın özgürlüğü ihlalinin bir
farklı boyutu bu.
Diğer yandan hükümetin bu yönelimi karşısında
basın meslek örgütleri de istenen düzeyde tepki vermediler. Kendimden
bir örnek vermek istiyorum. Şimdi CHP’den milletvekili olan Oktay Ekşi,
ben 2003’te tutuklandığımda Basın Konseyi’nin başkanı idi. O zaman eşim
ve bir grup gazeteci onun yanında gittiler. Eşim dedi ki, ‘Eşim Atılım
gazetesinin editörü, asılsız iddialarla tutuklandı, şu anda cezaevinde,
bir açıklama yapmanızı bekliyoruz’. Oktay Ekşi diyor ki, ‘bana
iddianameyi getirin’. Bunlar gidip iddianameyi ona getiriyor.
İddianamede ‘Necati Abay, bombalama eylemlerinin koordinatörüdür, hem de
örgütün yöneticisi’ deniyor. Oktay Ekşi de ‘Yok, bu bizim ilgi
alanımıza girmiyor, gazetecilik görevinden dolayı tutuklanmamış, bu
terör örgütü davasıdır’ diyerek onları geri gönderiyor. Ben cezaevinden
çıktıktan sonra yanına gittim ve ‘DGM savcıları bana böyle diyor, sen de
böyle yaklaşmışsın. Senin Basın Konseyi Başkanı olarak farklı düşünmen
gerekmiyor mu?’ dedim. Basın meslek örgütlerinin tablosu bu. Gerçi Oktay
Ekşi şimdi tutuklu gazetecilere sahip çıkıyor. Basın Konseyi, Türkiye
Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Sendikası bugün, Kürt basını
ve sosyalist basını çalışanları dahil tüm gazetecilerin gazetecilik
görevlerinden dolayı yargılandığını kabul eder noktaya geldi. Burada bir
ilerleme var.
Ahmet Şık ve Nedim Şener tutuklandığında
çok daha büyük bir sahiplenme gelişti. Onlar serbest bırakıldıktan sonra
birçok insanda tutuklu gazetecilerle dayanışmanın zayıflayacağı kaygısı
gelişti. Bu konuda neler diyeceksiniz?
Ahmet Şık ve Nedim
Şener tutuklanınca, kaygı üst seviyeye sıçradı. Herkes kaygılanmaya
başladı. Rahatsızlık çok daha fazla açığa çıktı. Kürt ve sosyalist basın
çalışanları gözden çıkarılmıştı. Ama sıra Ahmet Şık, Nedim Şener, Ragıp
Zarakolu’na gelince, iş kapıya dayandı diye bir duyarlılık oluştu.
Şüphesiz bu sevindirici, olumlu. Ama çok geç kalındı. 2010 yılına kadar
bu basın meslek örgütleri gıkını çıkarmadı. Basın özgürlüğü alanında
memleket toz duman, gık çıkmadı. Endişeliyim. Şimdi Ahmet ve Nedim,
Ragıp gibi öne çıkan isimler serbest bırakıldı. Kürt ve sosyalist
basından gazetecilere, Ergenekon davasından tutuklanan gazetecilere şu
ana kadar sahip çıkılıyor. Ama bu sahiplenme devam edecek mi, etmeyecek
mi? Bunun kaygısını taşıyorum. Tutarlı olmak için hepsini sahiplenmek
gerekiyor.
Basın meslek örgütleri tutarlı basın özgürlüğü
savunuculuğu yapmak istiyorsa, kesinkes ÖYM ve TMK’nin kaldırılmasını
talep etmeli. Bu ilkesel bir yaklaşımdır. Bazı basın meslek örgütleri
TMK’nin bazı maddelerinin değiştirilmesinden söz ediyorlar.
Değiştirmekle sorun çözülemez, komple kaldırılması lazım. Füsun Erdoğan
var, Özgür Radyo’dan, 6 yıldır tutuklu yargılanıyor. Vedat Kurşun 166
yıl 6 ay almış. Bunlar korkunç şeyler. Tutarlı olmak için öncelikle
tutuklu gazetecilerin tümünü sahip çıkmaları lazım, ikincisi de basın
özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü için TMK ve ÖYM’lerin
kaldırılmasını savunmaları lazım. Bunu gündemlerine almaları lazım.
Basın özgürlüğü alanında milim ilerlemenin yolu buradan geçiyor. Lafa
gelince herkes basın özgürlüğü savunucusu. Bu kadar ucuz değil!
Bu
sözünü ettiğiniz tutarsız basın özgürlüğü savunucuların yanında bir de
tutarlı iktidar savunucuları var. Onları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Örneğin
Nazlı Ilıcak gibileri dün de tutarlı basın özgürlüğü savunucuları
değildi, bugün de değil. Hükümetin görüşleri temelinde tutuklu
gazetecileri yıpratma yönelimlerini dillendiriyorlar köşelerinde.
Hükümetin diliyle saldırıya geçiyorlar. O ve onun gibi gazeteciler,
kalemlerini basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü karşıtlığı
temelinde kullanıyorlar. Bu müthiş rahatsız edici bir şey. Hükümet
yandaşı gazetecilerden, yazarlardan bir beklentimiz yok. Bunlar dün de
tutarsızlardı, bugün de öyle. Onlar basın özgürlüğü gelip kendilerine
dayandığında basın özgürlüğü savunucusu geçiniyor zaman zaman. Ama
kendilerine dokunulmadığında da basın özgürlüğü ile ilişkilerini
kopartıyorlar, bunun da ötesinde hükümetin diliyle gazetecilere
saldırıyorlar. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder