9 Haz 2012

'Temel ölçü özgür basına yaklaşım'

“AKP, halkın haber alma hakkından müthiş derecede rahatsız oluyor. Bir günde 48 gazetecinin gözaltına alınması, ardından 35 kişinin aynı günde tutuklanması, Türkiye’de bir ilktir. AKP’nin geldiği nokta bu. Ahmet Şık, Nedim Şener, Ragıp Zarakolu gibi gazetecileri serbest bırakarak üzerindeki baskıyı azaltacağını sanıyor. Ama hükümetin zihniyetinde değişen bir şey yok.”


105 gazetecinin cezaevinde bulunduğu Türkiye, dünya çapında en fazla tutuklu gazetecinin olduğu ülkedir. Geçtiğimiz çarşamba günü tutuklu gazetecilerin serbest bırakılması için “Tasmalı değil, kelepçeliyiz” sloganı ile “Tanıklık Günleri” eylemlerine başlandı. Tutuklu Gazetecilere Özgürlük Platformu öncülüğünde Haziran ayı boyunca İstanbul Adalet Sarayı önünde her gün beş gazeteci için tanıklık edecek.  
2004’te kurulan Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP) da Tutuklu Gazetecilere Özgürlük Platformu’nda yer alıp, gazetecilik faaliyetlerinden ötürü tutuklanan basın emekçilerin durumuna dikkat çekiyor, bu konuyla ilgili çalışma yürütüyor. Biz de, Türkiye’de basın özgürlüğü konulu panellere katılmak üzere Rosa Luxemburg Vakfı ve Rote Hilfe derneği tarafından Almanya’ya davet edilen TGDP Sözcüsü Necati Abay ile AKP’nin bu alana müdahalelerini, tutuklu gazetecileri ve basın kuruluşlarının basın özgürlüğü savunuculuğunu konuştuk.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiçbir döneminde bu kadar tutuklu gazeteci yoktu. 100’den fazla gazetecinin şu an cezaevinde olmasının AKP politikası ile bağı nedir?

AKP, halkın haber alma hakkından müthiş derecede rahatsız oluyor. Türkiye’de çok ciddi politik gündemler var; Kürt sorunu var, Alevi sorunu var, farklı sorunlar var. Bu
sorunların basın üzerinden gündemleştirilmesi karşısında korkunç bir rahatsızlık duyuyor. Bu hükümet nezdinde de, yargı nezdinde de böyle. Mesela Pozantı Cezaevi’ndeki çocuklara yönelik cinsel tacizi açığa çıkaran bir kadın gazeteci vardı, Dicle Haber Ajansı’nın Adana muhabiri Özlem Ağuş. Bunu gündeme taşırdı ve Türkiye’de önemli ölçüde bir etki yarattı bu haberin kendisi. Siyasi iktidar bu haberden çok rahatsız oldu ve Özlem Ağuş da şimdi tutuklu.
AKP Hükümeti döneminde tutuklu gazeteci sayısı bakımından Türkiye’nin dünya birincisi olması, bu rahatsızlığın ifadesi. Terörle Mücadele Kanunu (TMK) da AKP döneminde, yanlış hatırlamıyorsam Haziran 2006’da güncellendi. AKP Hükümeti bu yasaya dört elle sarıldı. Çünkü halkın haber alma özgürlüğünü bu yasayla zapturapt altına alacağını sanıyordu. Bugün tutuklu bulunan bütün gazeteciler, TMK kapsamında cezaevinde tutuluyor. Ayrıca çok sayıda gazeteci de yargı kıskacı altında. AKP Hükümeti Özel Yetkili Mahkemelere (ÖYM) de dört elle sarıldı. Bu mahkemeler, Ergenekoncuları geriletmede özel bir rol oynadı. Ama daha çok özgür basını, Kürt ve sosyalist basınının gazetecilik yapma alanı bu mahkemelerin eliyle önemli düzeyde sınırlandırılmış oluyor. İki örnek vereyim. Artık gazetecilere asırlık cezalar veriliyor. Vedat Kurşun bunun örneğidir. Atılım gazetesinin yazı işleri müdürü Hatice Duman’a ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Keza bana verilen ceza, 18 yıl 9 ay. Bu, Özel Yetkili Mahkemelerin eliyle oluyor.
Hükümet aynı zamanda basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü alanındaki bu olumsuz tablo karşısında da zor durumda. Bir bakan da ‘Yurtdışında en fazla bize basın özgürlüğü ve tutuklu gazetecilerin durumu soruluyor’ demişti. Bu durum, hükümet yetkililerin diline de yansıyor. Halkın haber alma hakkını daha da sınırlayarak kendi iktidar alanlarını daha da genişleteceklerini düşünüyorlar. Ama dünya kamuoyu nezdinde bu ters tepti.

O zaman mesele sadece TMK veya ÖYM mi? Bunlar kaldırılsa sorun çözülmüş mü olacak?

Bakınız, 20 Aralık 2011 operasyonu, bir günde 48 gazetecinin gözaltına alınmış olması, Türkiye’de bir ilktir. AKP Hükümetine nasip olmuş. Bu aynı zamanda TMK’nin, ÖYM’lerin bir ürünü, çünkü 35 kişi aynı günde tutuklanmıştır. AKP’nin geldiği nokta bu. Ahmet Şık, Nedim Şener, Ragıp Zarakolu gibi gazetecileri serbest bırakarak da üzerindeki baskıyı azaltacağını sanıyor. Ama hükümetin zihniyetinde değişen bir şey yok. Basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü alanında öz itibariyle değişen bir şey yok. Öne çıkmış bazı isimlerin serbest bırakılması Türkiye ve dünya kamuoyunun baskısının bir sonucudur. Basın özgürlüğünü savunan herkesin bir katkısı vardır. Ama diğer tutuklu arkadaşlarımız var, binlerce dava var. AKP, bir yasa değişikliği ile bütün tutuklu gazetecilerin serbest bırakılmasını sağlayabilir.
Kısa vadeli çözüm, TMK’nin iptal edilmesi ve ÖYM’lerin kaldırılması. Bu, temel bir nokta. Şüphesiz orta vadedeki çözüm, Türkiye’de demokrasinin kurulmasından geçiyor. Türkiye’de gerçek bir demokrasi olmadığı müddetçe, basın özgürlüğü üzerindeki ihlaller her daim devam edecektir. Zaman zaman azalır, zaman zaman çoğalır.

Özgür basın emekçilerinin yargılanacağı iddianamede, her türlü gazetecilik faaliyeti suç kapsamına alınmıştı. Siyasi iktidar, üzerindeki baskıya karşı ‘bunlar terörist, bunlar tecavüzcü’ diyor. Bu tablo ortadayken iyimser olabiliyor musunuz?

Bu tablo tabii ki olumsuz. İddianamelere gelince; genel olarak Kürt gazetecilik ve sosyalist basın ile ilgili hazırlanan iddianameler aşağı yukarı bu minval üzerinde. İşte Oda TV davasında da medya ile ilgili bir belge varmış. Virüs yoluyla gönderildiği söyleniyor. İddianamelere bakıyoruz, gazetecilik faaliyeti dışında hiçbir şey yok. 20 Aralık iddianamesinde de bir dizi telefon görüşmeleri, ‘terör örgütü ile ilişki’ bağlamında algılanıyor ve yorumlanıyor. Halbuki bunların hepsi gazetecilik faaliyeti. Hükümet gazetecilik faaliyetini inkar ederek, ‘bunlar terör örgütü ile ilişkili davalar’ diyerek bunu üzerinden atmaya çalışıyor.
Bu, Türkiye’de gelenekselleşmiş bir devlet politikasıdır. Susturulmak istenen gazeteciler, bilim insanları asılsız iddialarla, komplolarla susturuluyor. AKP Hükümeti de bu geleneksel devlet politikasına dört elle sarılıyor, TMK’ye dört elle sarıldığı gibi. Sebahattin Ali, Markopaşa dergisinin sahibi iken gözaltında kaybedildi. 1938’de Nazım Hikmet susturulmak isteniyor, Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı susturulmak isteniyor. O dönemki hükümet nasıl bir yöntem uyguluyor? Orduda isyana teşvik ettikleri gerekçesiyle dava açılıyor. Asılsız bir iddia. Bunlar yazar, gazeteci, şair. Yani yöntemi bu. Keza 6-7 Eylül’deki katliamda, katliamcılar yargılanması gerekirken Aziz Nesin gibi insanlar yargılanıyor. Aynı şekilde 1 Mayıs 1977’de, katliamı yapanlar değil, gösteriye gelen işçiler, emekçiler yargılandı. Altan Öymen gazetecidir, 12 Mart döneminde de gazeteciydi. Altan Öymen’i susturmak istediler, ‘sen uçak kaçırdın’ dediler. Bu geleneksel devlet politikası net olarak anlaşılmazsa şu anki basın özgürlüğü alanındaki bu müdahale de anlaşılamaz. Hükümet tabii ki ‘bunlar gazeteci değil, bunlar terörist’ diyor. ‘Bunlar terör örgütü ile ilişkilidir’ diyor. Bu sadece bu hükümetin marifeti değil ki. TC devletinin bir geleneksel politikası. Aslında Erdoğan da aynı acıyı yaşadı. 92’de şiir okuduğu için tutuklandı, yargılandı ve mahkum oldu. Ama iddianame öyle demiyor, ‘halkı din-ırk ayrımı gözeterek kışkırtmak’tan yargılandı. Şimdi Erdoğan bunu nasıl izah edecek? Böyle tezatlıklar söz konusu.

Peki madem devlet kriminalizasyon için ‘bunlar terörist’ argümanını kullandı, o zaman ona sahip çıkmak gerekmez miydi? Yani ‘hükümetin terör dediği şey buysa, evet teröristiz’ diyerek bu argümanın tersyüz edilmesi gerekmez miydi? Tutuklu Gazete’nin ‘Terörist değil gazeteciyiz’ manşetini bu anlamda biraz garipsedim...

Bu aslında hükümetin jargonuna yönelik bir göndermeydi. Hükümet diyor ‘siz teröristsiniz’, gazeteciler de ‘biz gazeteciyiz’ diyor. Orada şöyle bir ince nokta da var; Türkiye’de yasalara göre gazetecilik suç değil. Ama hükümetlere göre bazı gazetecilerin susturulması gerekiyor çünkü rahatsızlık veriyorlar ediyor. Nasıl susturulacak? Gazetecilik yapmak suç olmadığına göre dolambaçlı yöntemlere başvuracak. Ve terör damgası ile susturacak. Bunun karşısında bir gazetecinin ‘ya ben terörist değilim, ben gazeteciyim, terörist olduğumu kanıtla’ deme hakkına sahip.
Beni, Atılım gazetesinde çıkan bombalama eylemi haberlerine dayanarak bombalama eylemlerinin koordinatörü olmakla suçladılar. Ben de kendimi şöyle savundum: Sayın yargıçlar, ben sosyalist bir gazeteciyim. Benim ideolojimi mahkum edin, beni bunun için yargılayın, yazdığım yazılardan dolayı yargılayın. Ama beni asılsız bir iddia ile yargılayamazsınız. Bu suçlamayı kabul etmiyorum!
Tutuklu Gazete’deki manşeti de böyle bir mantığın ifadesi olarak algılıyorum. Gazeteciler, hükümetin asılsız iddiasını tersine çevirmek, boşa çıkartmak için ‘biz gazeteciyiz, biz terörist değiliz’ diyor. Burada ince bir nokta var.
Bir de medya ile ilgili ilkesel bir yaklaşımı ortaya koyalım. Bunu Platform olarak da genişletmeye çalışıyoruz. Çünkü baktık ki herkes basın özgürlüğünü savunuyor. ‘Hoop’ dedik, ‘olmaz!’, Türkiye’de herkes basın özgürlüğü savunucusu filan değil. Kürt, sosyalist, ilerici basın kuruluşları zaten savunuyor. Ama merkez medyanın basın özgürlüğü savunucusu olduğunu söylemek mümkün değil. Basın özgürlüğü savunuculuğu, tutarlı bir basın özgürlüğü savunuculuğu anlamında kullanılıyor. Merkez medya tutarsız bir basın özgürlüğü savunucusudur. Bunun altını çiziyorum. Bazı basın meslek kuruluşları da tutarsız bir basın özgürlüğü savunucusudur. Çünkü bugün Türkiye’de tutarlı bir basın özgürlüğü savunucusu olmanın yolu, Kürt ve sosyalist basınını sahiplenmekten geçiyor.
Tamam, son zamanlarda medyada Özgür Gündem’in kapatılmasına ilişkin bazı olumlu sesler çıktı. Bunları yadsımıyoruz. Ama diyoruz ki, tutarlı olmak istiyorsanız, bu ülkede basın özgürlüğü konusunda dünya kadar ihlal var, bu ihlalleri gazetelerinize, televizyonlarınıza taşırmanız lazım.

Bu konuda da doğrudan bir müdahale söz konusu. Mesela Mensur Güzel’in eyleminde TV yayınlarına başbakanlıktan açıktan yapılan müdahale bunun çok somut bir örneği idi. Roboskî’de de bunu gördük. Geçen yıl birçok gazeteci işini kaybederken, kendi meslektaşlarının tepki düzeyini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hükümetin baskısının bir ifadesi olarak NTV’den Ruşen Çakır atıldı, Nuray Mert Milliyet’ten atıldı, Banu Güven atıldı, en sonra da Ali Akel Yeni Şafak’tan kovuldu. Bu çok somut olarak hükümetin merkez medya üzerindeki baskısının dışavurumu. Bu nasıl bir tablo oluşturuyor? Otomatikman sansür ve oto sansür devreye sokuluyor. Basın özgürlüğünü sınırlandıran, ortadan kaldıran olgulardır bunlar. Basın özgürlüğü ihlalinin bir farklı boyutu bu.
Diğer yandan hükümetin bu yönelimi karşısında basın meslek örgütleri de istenen düzeyde tepki vermediler. Kendimden bir örnek vermek istiyorum. Şimdi CHP’den milletvekili olan Oktay Ekşi, ben 2003’te tutuklandığımda Basın Konseyi’nin başkanı idi. O zaman eşim ve bir grup gazeteci onun yanında gittiler. Eşim dedi ki, ‘Eşim Atılım gazetesinin editörü, asılsız iddialarla tutuklandı, şu anda cezaevinde, bir açıklama yapmanızı bekliyoruz’. Oktay Ekşi diyor ki, ‘bana iddianameyi getirin’. Bunlar gidip iddianameyi ona getiriyor. İddianamede ‘Necati Abay, bombalama eylemlerinin koordinatörüdür, hem de örgütün yöneticisi’ deniyor. Oktay Ekşi de ‘Yok, bu bizim ilgi alanımıza girmiyor, gazetecilik görevinden dolayı tutuklanmamış, bu terör örgütü davasıdır’ diyerek onları geri gönderiyor. Ben cezaevinden çıktıktan sonra yanına gittim ve ‘DGM savcıları bana böyle diyor, sen de böyle yaklaşmışsın. Senin Basın Konseyi Başkanı olarak farklı düşünmen gerekmiyor mu?’ dedim. Basın meslek örgütlerinin tablosu bu. Gerçi Oktay Ekşi şimdi tutuklu gazetecilere sahip çıkıyor. Basın Konseyi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Sendikası bugün, Kürt basını ve sosyalist basını çalışanları dahil tüm gazetecilerin gazetecilik görevlerinden dolayı yargılandığını kabul eder noktaya geldi. Burada bir ilerleme var.

Ahmet Şık ve Nedim Şener tutuklandığında çok daha büyük bir sahiplenme gelişti. Onlar serbest bırakıldıktan sonra birçok insanda tutuklu gazetecilerle dayanışmanın zayıflayacağı kaygısı gelişti. Bu konuda neler diyeceksiniz?

Ahmet Şık ve Nedim Şener tutuklanınca, kaygı üst seviyeye sıçradı. Herkes kaygılanmaya başladı. Rahatsızlık çok daha fazla açığa çıktı. Kürt ve sosyalist basın çalışanları gözden çıkarılmıştı. Ama sıra Ahmet Şık, Nedim Şener, Ragıp Zarakolu’na gelince, iş kapıya dayandı diye bir duyarlılık oluştu. Şüphesiz bu sevindirici, olumlu. Ama çok geç kalındı. 2010 yılına kadar bu basın meslek örgütleri gıkını çıkarmadı. Basın özgürlüğü alanında memleket toz duman, gık çıkmadı. Endişeliyim. Şimdi Ahmet ve Nedim, Ragıp gibi öne çıkan isimler serbest bırakıldı. Kürt ve sosyalist basından gazetecilere, Ergenekon davasından tutuklanan gazetecilere şu ana kadar sahip çıkılıyor. Ama bu sahiplenme devam edecek mi, etmeyecek mi? Bunun kaygısını taşıyorum. Tutarlı olmak için hepsini sahiplenmek gerekiyor.
Basın meslek örgütleri tutarlı basın özgürlüğü savunuculuğu yapmak istiyorsa, kesinkes ÖYM ve TMK’nin kaldırılmasını talep etmeli. Bu ilkesel bir yaklaşımdır. Bazı basın meslek örgütleri TMK’nin bazı maddelerinin değiştirilmesinden söz ediyorlar. Değiştirmekle sorun çözülemez, komple kaldırılması lazım. Füsun Erdoğan var, Özgür Radyo’dan, 6 yıldır tutuklu yargılanıyor. Vedat Kurşun 166 yıl 6 ay almış. Bunlar korkunç şeyler. Tutarlı olmak için öncelikle tutuklu gazetecilerin tümünü sahip çıkmaları lazım, ikincisi de basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü için TMK ve ÖYM’lerin kaldırılmasını savunmaları lazım. Bunu gündemlerine almaları lazım. Basın özgürlüğü alanında milim ilerlemenin yolu buradan geçiyor. Lafa gelince herkes basın özgürlüğü savunucusu. Bu kadar ucuz değil!

Bu sözünü ettiğiniz tutarsız basın özgürlüğü savunucuların yanında bir de tutarlı iktidar savunucuları var. Onları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Örneğin Nazlı Ilıcak gibileri dün de tutarlı basın özgürlüğü savunucuları değildi, bugün de değil. Hükümetin görüşleri temelinde tutuklu gazetecileri yıpratma yönelimlerini dillendiriyorlar köşelerinde. Hükümetin diliyle saldırıya geçiyorlar. O ve onun gibi gazeteciler, kalemlerini basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü karşıtlığı temelinde kullanıyorlar. Bu müthiş rahatsız edici bir şey. Hükümet yandaşı gazetecilerden, yazarlardan bir beklentimiz yok. Bunlar dün de tutarsızlardı, bugün de öyle. Onlar basın özgürlüğü gelip kendilerine dayandığında basın özgürlüğü savunucusu geçiniyor zaman zaman. Ama kendilerine dokunulmadığında da basın özgürlüğü ile ilişkilerini kopartıyorlar, bunun da ötesinde hükümetin diliyle gazetecilere saldırıyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder