25 Ağu 2011

Korkularıma dokundun usulca, kızıl saçlarınla...



D.ye mektup'un hikayesi

Güneş, iki bin yedi güzünde dünyanın hiçbir yerinde bu kadar güzel ışıtmamıştı yaprakları, üzerine düştüğü her dalı parlak bir kadın tenine çevirmişti. Doğa büyük uyku öncesi son kez güzün bu günlerinde konuk ettiği canlıları bağrına basıyordu. Göç öncesi kuşlar ağaç dallarıyla bir kez daha oynaştılar. Eylül kuş cıvıltılarıyla insanın içine işleyen tatlı sesler bırakıyordu.
Tam o esnada yaşlı bir çift son kez pencereden dışarıya baktıktan sonra masum bakışlarla yatağa uzanıp, birbirine sarılıyor. Tıpkı birlikteliklerinin ilk yıllarındaki gibi. O zaman paylaştıkları odada üzerinde uyudukları kanepenin genişliği sadece altmış santim idi. Ama birbirlerine sıkıca sarılarak uyuduklarından darlık yakınlık olurdu. Hiç konuşmuyorlar. Öylece birbirlerini süzüp, gülümsüyorlar…
Yatağa uzanmadan önce yay şeklindeki burun kemiğinin üzerindeki gözlüğünü sehpanın üzerine bırakan kişi, yirminci yüzyılın en önemli sosyal teorisyen ve ekolojik düşünürlerinden André Gorz’dan başkası değildir. Yanındaki kızıl saçlı kadın ise, altmış yıldan beri hayatını paylaştığı Dorine. Neredeyse bir asrın canlı tanığı bir çift. Biri seksen dört, öbürü seksen üç yaşında. Öylece yatakta, birbirine sımsıkı sarılmış...
* * *
Sene iki bin altı. Bir bahar günü. Hatta bu gün baharın ilk günüdür. Martın yirmi biri. André Gorz, çok hasta olan Dorine’e baktıktan sonra anlamlı, güzel ve bir de sevindirecek bir karar vermenin beraberinde getirdiği o farklı bakışla çalışma odasına yöneliyor. Çalışma masasına geçiyor ve başlıyor yazmaya:
“Yakında seksen iki yaşında olacaksın. Boyun altı santim kısaldı, olsa olsa kırk beş kilosun ve hala güzel, çekici, arzu uyandırıcısın. Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden çok seviyorum. Sadece benimkine değen bedeninin sıcaklığıyla dolan, kahredici bir boşluk taşıyorum göğsümün tam ortasında yeniden. Bir süredir içimi kemiren sorunlara geçmeden önce bu basit şeyleri sana bir kez daha dile getirme ihtiyacındayım. Birlikteliğimiz benim hayatımdaki en önemli şey olduğu halde, yazdıklarımda neden bu kadar az yer alıyorsun? Neden Le Traitre’de ('Hain') seninle ilgili yanlış ve gerçeklikten uzak bir imge yarattım. Bu kitap, sana olan bağlılığımın, yaşam arzusu ile dolmama fırsat veren belirgin bir dönüm noktası olduğunu göstermeliydi. Yedi yıl önce yaşamaya başladığımız güzelim aşk hikayesi neden orada yer almıyor peki? Neden sende beni büyüleyen şeyin ne olduğunu söylemiyorum? Senin kendi arkadaş çevren varken, sen Lozan’daki bir tiyatro topluluğuna dahilken ve seninle evlenmeye kararlı bir erkek seni İngiltere’de beklerken, ben seni neden ‘kimseyi tanımayan, tek kelime Fransızca bilmeyen, ben olmadan ayakta kalamayacak’ zavallı bir yaratık gibi sundum?
Le Traitre’yi yazarken hedef edindiğim derinlemesine incelemeyi gerçek anlamda yapmadım. Anlamam, açıklığa kavuşturmam gereken çok soru var. Anlamını tümüyle kavramam için aşkımızın hikayesini yeniden kurmaya ihtiyaç duyuyorum. Birbirimiz aracılığıyla ve birbirimiz için olduğumuz kişiler haline gelmemizi mümkün kılan bu hikaye oldu. Ne yaşamış olduğumu, birlikte ne yaşamış olduğumuzu anlamak için yazıyorum sana.”

Seksen üç yaşındaki bir insan, tamamlanması iki buçuk ay sürecek böyle bir mektubu neden yazar? Öylesine sevdiğini bir aşk mektubu ile mutlu etmek mi istiyor? Bu mektubu okumuş olan herkesin bu soruya vereceği cevap kuşkusuz ‘hayır’ olur. Çünkü bu mektup, sıradan bir aşk mektubundan çok bir özeleştiridir, bir hesaplaşmadır. Başka biri ile değil, kendi ile hesaplaşmadır, erkeğin sevgiye yaklaşımı ile hesaplaşmadır. Ve gerçek anlamda sevgiye erişmiş olmanın göstergesidir.
İskoçyalı Dorine hayatına girdiğinde, André Gorz, kışın bütün mevsimlerin yerine geçtiği mevsimsiz bir hayat yaşamaktaydı. Yıkıcı savaştan sonra, sürgün yeri olarak seçtiği İsviçre’de köklerini kaybetmiş, kendi varlığını reddeden bir Viyanalı Yahudi idi. Analitik hayatında kimliksizdi adeta. Hem vardı, hem yoktu. Ve dansı andıran yürüyüşü ile Dorine, bin dokuz yüz kırk yedi yılının bir ekim akşamında başlayan sevgisi ile André Gorz’a varoluşunu daha fazla inkar edemeyeceğini, yaşamını yeniden yaratması gerektiğini gösterir. Yaşam sevinci büyük bir kadındır Dorine. Yaşamın esaslı yönlerini önemsiz olanlardan ayırabilen, bir şeylerin anlaşılması için aklın yanı sıra kalbe de daima sorulması gerektiğini bilen, entelektüel düzeyi yüksek, dost çevresi geniş, dostlarını evinde ağırlamaktan mutluluk duyan, ama sevdiği ile küçücük bir odada altmış santim genişliğinde bir kanepeyi paylaşmaktan hiç rahatsız olmayan, paranın sevgiyi öldürdüğünü düşünerek asla gerekenden fazlasını harcamayan, girdiği mekana ışık katan, sevgisi için sonuna kadar vermeye hazır olan, ama kendini onursuz bir duruma düşürmeyecek kadar da kendine ve ilkelerine güvenen bir kadın.

Eşinin bin dokuz yüz ellili yıllarda kaleme aldığı ve yayımlanan ilk kitabı olduğu için sonraki yaşamı açısından da oldukça önemli bir yere sahip ‘Le Traitre’ isimli kişisel analizinde kendisi ile ilgili yazdığı bölümleri nasıl değerlendirdi, bilemeyiz. André Gorz’un kendisini yanlış, hatta kötü yansıttığını düşündü mü? Hayal kırıklığına uğradı mı? Üzüldü mü? Kızdı mı? Öfkelendi mi? Bununla ilgili bir ipucu yok elimizde. Fakat öyle anlaşılıyor ki Dorine eşini anladı, neden bu şekilde kendisinden söz ettiğine anlam verdi. Bu, kabullenmek veya önemsememek anlamına gelmiyor. Ama Dorine’siz yaşayamayacağını bilen André Gorz, zihninde doğalında yer edinen ataerkil mantık nedeniyle hayranlık duyduğu eşini içten içe kıskanır bir nevi. Ve işte bu zihniyet korkular yaratır onda; korkular ve utanmalar. Kendi bağımlılığını keşfettiğinde kimi zaman asıl bağımlı kişinin Dorine olduğuna inandırmaya çalışır kendini. Dorine’i, Jean-Paul Sartre’nin önsözünü yazdığı kitabında hak ettiği şekilde anlatmamasının sebebi belki de budur; sevgiye teslim olma korkusu. Ki bu korku, mücadele ettiği gericiliğin bir yansımasıdır.
“Siyasi kavrayışının benimkine göre daha gelişkin olduğunu o gün anladım. Gerçekliği yorumlayış biçimime denk düşmediği için gözümden kaçan gerçekleri sen fark ediyordun. Biraz daha mütevazı oldum. Teslim etmeden önce makalelerimi ve kitap metinlerimi sana okutma alışkanlığı edindim. Senin eleştirilerine önem veriyor, bir yandan da, ‘Neden sen hep haklı olmak zorundasın!’ diye homurdanıyordum.”
Dorine bütün bunları biliyordu belki. Eşinin içinde, en derininde sınırsız sevgiye henüz ulaşamadığını biliyordu belki. Ama bir de güven duyuyordu belki, nehrin akışına karışmadığında bir gün yatağına kavuşacağına inanıyordu belki; kim bilir…

İşte, André Gorz’un ‘D.ye mektup’u belki de nehrin yatağına kavuştuğu bir anda yazılmıştır. 2 buçuk ay süre içinde kelime kelime, satır satır, sayfa sayfa yazdığı mektubunda her şeyden önce kendine itiraf eder zayıflıklarını ve korkularını: “İnsanın, hayatını nasıl değerlendirdiğini, aslında neler yapmak istemiş olduğunu sorguladığı yaşa gelmiştim. Hayatımı yaşamış olmadığım, ona hep belli bir mesafeden bakmış, sadece tek bir yanımı geliştirmiş ve insan olarak yoksul kalmış olduğum duygusu içindeydim. Sen hep benden daha zengin olmuştun ve yine öyleydin. Tüm boyutlarınla serpilip gelişmiştin. Hayatını sindire sindire yaşıyordun; oysa ben, sanki hayatımız gerçek anlamda ancak daha ileride başlayacakmış gibi, bir sonraki işe geçme telaşı içindeydim daima.” (…) “Sen, üzerinde ortak yaşamımızın inşa edilebildiği kaya idin.“ Ve yıkılmazlık simgesi olan bu ‘kaya’ için şöyle der mektubunda: "Canlı olan her şeyle bulaşıcı bir uyum içindeydin; kırları, koruları, hayvanları görmeyi ve sevmeyi öğrettin bana. Onlarla konuştuğun zaman seni öyle dikkatle dinliyorlardı ki, senin sözlerini anladıkları hissine kapılıyordum. Bana hayatın zenginliğini sevdiriyordun – tersi olmadığı sürece (ama varılan yer aynı).”
* * *
İki bin yedinin eylülünden yirmi dördüncü gün. Fransa’nın Vosnon isimli köyünde yaşlı bir çiftin yaşadığı evin önünden geçen bir kişi, kapıya asılı bir not bulur. “Bu notu kim okursa, polise haber versin.” Bunun üzerine sevimli köydeki sevimli ve misafirperver olmaya alışkın eve gelen polis, kapıyı açtığında bir yatakta yan yana uzanmış iki kişinin cesedi ile karşılaşır. İki gündür hareketsiz yüzlerinde ise bir tebessüm…
* * *
İki bin altının takvimindeki altıncı ayın altıncı sayfası. Çalışma masasının başında oturan seksen üç  yaşındaki André Gorz, yarım asırdan fazla ömrünü paylaştığı eşi, dostu, yoldaşı, sığınağı Dorine’e mektubunun son cümlelerine bakar mutlu gözlerle: “Geceleri bazen boş bir yolda ve ıssız bir manzarada bir cenaze arabasının ardından yürüyen bir adamın karartısını görüyorum. O adam benim. Cenaze arabasının taşıdığı ise sen. Senin yakılma törenine katılmak istemiyorum; elime, içinde küllerinin bulunduğu bir kavanoz vermelerini istemiyorum. ‘Die Welt ist leer, ich will nicht leben mehr’i söyleyen Kathleen Ferrier’in sesini duyuyorum ve uyanıyorum. Nefesine kulak veriyor, hafifçe seni okşuyorum. İkimizin de dileği, diğerinin ölümünden sonra yaşamak zorunda kalmamaktır. Birbirimize sık sık söylediğimiz gibi olmaz ya, eğer ikinci bir hayatımız olsaydı, o hayatı da birlikte geçirmek isterdik.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder