Herat: Bir zamanlar Safevilerin ‘Pers ülkesinin incisi’ dediği, bugün ise yaşamları zindana çevrilen kadınların bedenlerini ateşe vermek için mekan bellediği şehir. Antik çağda adı Arya imiş Herat’ın. ‘Soylu, duru’ anlamına gelirmiş Arya. Ve içinde ‘ar’ı, yani ateşi barındırır. Ki, ateşlerde yanmak bir yanda arınmaktır kötülüklerden, çirkinliklerden; bedenini bir meşaleye dönüştürerek karanlıkları kendi ateşinde aydınlatmaktır. Herat: Hari Rud nehrinin vadisine kurulan antik kent. Yunan tarihçi Herodot burayı "Orta Asya’nın buğday ambarı” diye kitabına geçirmiş. Kimler gelip geçmedi ki buradan: Önce Büyük İskender işgal etti Herat’ı, ardından Selevkoslar geldi. Sonra Partlar egemen oldu, Sasaniler geldi, Abbasiler burayı yönetti. Ardından Gazneliler, Selçuklular, Harzemşahlar... Cengiz Han gelip yerle bir etti kenti, aynısını Timur da yaptı. Karakoyunlular geldi sonra, ardından Özbekler, Safeviler. Afgan Devleti’nin parçası oldu. Sonra İngilizler, İranlılar ve Afganlar arasında birçok savaşa sahne oldu. Bitmedi; Sovyetler işgal etti, Amerikanlar da öyle. Bugün ise bir başka işgal altında... Herat: ‘Doğan güneşin ülkesi’ anlamındaki Horasan’ın 9 merkezinden biri. Ve Herat da bir zamanlar Ortadoğu’nun kültür dünyasının önemli bir merkezi idi; özellikle önemli edebiyat ve sanat geleneği ile bilinirdi. Mesela son klasik Pers şairi Abdurrahman Câmi buralıydı. Sufilerin mekanıydı. Doğu minyatür sanatının en önemli temsilcisi, ressam Kemaleddin Behzad’ın da memleketiydi Herat.
Ama bütün bunlar çok geride kalmıştı artık. ‘Altın iğneler’ zamanıydı. Harfler altın iğnelerle nakşediliyordu, güneş görmeyen beyaz tenlere. Zira Herat 1995’de Taliban tarafından fethedilince, kadınlar burkaya gömülü bir ‘hayata’ mahkum edildi. Bazı kadınlar diri diri gömülmeyi kabul etmeyip, ‘Altın İğne Dikiş Okulu’nu kurdu. Haftanın üç günü, nakış yapmak üzere okula gidiyorlardı. Ne mi nakşediyorlardı? Altın harfli dizeler, öyküler, romanlar...
İşte, eğitim kadınlara yasaklandığı o yıllarda evinde gizli gizli ders veren üniversite profesörlerinden biri de Muhammed Ali Rahyab idi. Herat Üniversitesi’nde edebiyat teorisi ve metodolojisi dersleri veriyordu. Üç kızı vardı: Biri yetişmekte olan bir öykü yazarıydı, biri gazeteci olmayı hedefliyordu, biri de henüz 12 yaşındaydı. Genç kadınlara gizlice eğitim vermesi yönünde kendisini motive eden en küçüğü idi.
Muhammed Ali Rahyab, edebiyatın gücüne inananlardandır. Çoğunluğun okuma-yazma bilmediği bir toplumda bile bir şiirin, siyasi bir analizden daha etkili olabileceğine inanıyor. Ona göre Afgan insanı şiirle konuşur, düşüncesini ortaya koyar. Bazen bir dize bir aile sorununa son verebilir, köydeki sükuneti çözebilir. Ve yeni bir kadın edebiyat kadrosu gelişmekteydi. Onlar da edebiyatın gücünün farkındaydı. Her hafta gizlice geldikleri evde hocaları Muhammed Ali Rahyab ile ödev olarak okudukları eserleri, Tolstoy’dan Balzac’a, tartışıyorlardı. Kendi yazdıkları şiir ve öyküleri okuyup, birlikte değerlendiriyorlardı.
Onlardan biri ilk günden yeteneği, farklı bakışı, altın nakışı ile Muhammed Ali Rahyab’ın dikkatini çekmişti. Simsiyah giyinmişti. Henüz 20 yaşındaydı ama 60-70 şiir yazmıştı. Ailesinde sözcüklere sevdalanan ilk kişiydi. Bundan dolayı çok mücadele etmek zorunda kalmıştı. Ve şu dizelerini okudu o gün, yüksek sesle Nadya Ancuman:
Her yerden kovuldum ben, ruhumdaki şiirsel fısıltı öldü.
Arama içimde neşenin anlamını, kalbimdeki sevinç öldü.
Gözlerimde yıldız arama sakın, var olmayan bir masaldır
Nadya Ancuman bir kış gününde, 27 Aralık 1980’de Herat’ta dünyaya geldi. Memleketinin acılı bir dönemine doğmuştu: O doğmadan evvelki sene, 10-20 Mart 1979 tarihleri arasında kentte kendilerine karşı isyanı bastırmak için Sovyetler, Herat’ı bombalayarak 20 bin kişinin ölümüne neden oldu. Nadya böylece işgal altındaki bir şehre açmıştı gözlerini.
6 çocuklu bir ailenin en küçüğü idi. Afgan toplumunda kadına, henüz çocuk yaşlarda kafesten kafese atılma reva görülürken, Nadya çok mücadele eder erken evlendirilmeye karşı. Hiç olmazsa bu ‘kaderi’ geciktirmeye çalışır. Ve zaten ‘ev kadını’ olacağı için eğitim görmelerine gerek duyulmayan, aslında bu biçimde aydınlanmaları engellenmek istenen bir toplumda Nadya okumayı başarır. Mehboobe-e Herawi Lisesi’ni - Talibanlar nedeniyle vermek zorunda kaldığı 2 yıllık araya rağmen - bitirir. Edebiyata ilgisi erkenden gelişir. Özellikle şiirle derin bir bağ kurar: “Bildim bileli şiir sanatını seviyorum. Taliban yönetimi altındaki 6 yıllık esaretinin zincirleri ayaklarımı bağlayıp, şiirin sahnesine tereddüd ederek kalemimin ayağıyla çıkmama sebep oldu. Benim gibi düşünen arkadaşlarımın verdiği cesaret, bu yolu takip etmem için bana güven aşıladı. Ama hala da ilk adımı attığımda, kalemimim ucu titriyor, tıpkı benim gibi. Çünkü bu yolda yürürken tökezleyecek gibi oluyorum. Yolun başı zorludur ve benim adımlarım sağlam değil.”
Taliban iktidarı zamanında hocaların evlerinde gizlice edebiyat okuyan Nadya, ardından Herat Üniversitesi’ndeki Dari Edebiyatı Bölümü’ne yazılır. Dari, Afganistan’da konuşulan Farsça’ya verilen addır. İran sınırında bulunan Herat’ta yetişen Nadya’nın anadili de Farsça idi.
Nadya için şiir, kadının susturulmak istendiği bir toplum gerçeğinde kendini anlatmanın son biçimi idi. Kağıda dökülen her dize sessiz, ama duyulmak için can atan bir çığlıktı. Bugünden geleceği arayan bir pusuladır. Tıpkı Taliban’ın 2001’deki çöküşünden haftalar sonra yazdığı ‘Sessiz Çığlık’ şiiri gibi. ‘Yağmurda yeşil ayak sesleri’ metaforu ile başlayan ve biten şiirin birkaç dizesi şöyle:
Yoldan geliyorlar, şimdi
Susamış ruhlar ve tozlu etekler gelmiş çölden
Nefesleri yanıyor, serap karışmış
Dudaklar kuru, tozla kapuk bağlamış
Yoldan geliyorlar, şimdi
İşkenceli bedenler, acıyla büyümüş kızlar
Sevinç terk etmiş yüzlerini
Yürekler yaşlı, çatlaktan çizgiler
Nadya Ancuman, şiirine duyulmayanların sesini kattı. En fazla da kadınları. Bundan dolayı şiirleri Afgan kadınlarının ortak öyküsü gibi de okunabilir. Çok az ‘ben’ bulunur şiirlerinde. Bulunsa bile, ‘biz’i anlatan bir ‘ben’dir anlatıcı.
Okuduğu bölümde en başarılı öğrenci olarak bilinir. Özellikle gazelleri ile Dari şiirine taze bir dil ve genç bir bakış kazandırmaya çalışır. Ama şiir onun için de bir sığınaktır. Çünkü Afgan toplumundaki kadınlara kolay kolay nasip olmayan eğitim imkanı karşılığında evlenmek zorunda kalır. Fakat evliliği bir engel olarak görmez. Öyle ki, 2005 yılında, yani henüz 25 yaşındayken iki doğum gerçekleştirir: Hem anne olur, hem de ilk şiir kitabı yayımlanır: Gul-e-dodi, yani ‘Koyu Kırmızı Çiçek.’ Kitabının yayımlanmasıyla birlikte çok kısa bir süre içinde popülerliği artar; hem Afganistan’da, hem de İran ve Pakistan’da. Özellikle Farsça bilen genç kuşak için Nadya’nın şiirleri yeni bir soluk tadında karşılanır.
İlk kitabı bu denli başarılı olunca, 2006’da yayımlanmak üzere ikinci kitabının hazırlıklarına başlar. Fakat o kitap hiç çıkmaz. Çünkü Nadya Ancuman, ataerkilliğin her türlü saldırı ve tecavüzü altındaki bir ülkenin umut ve cesaret veren kadın şairi ölümüne dövüldü - üstelik kendi eşi tarafından. 4 Kasım 2004’te kendi evinde, kendi de edebiyat bölümünden mezun olan ve Herat Üniversitesi Filoloji Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışan eşi Ferid Ahmed Mecit Mia tarafından dövülerek öldürüldü. Olayla ilgili gözaltına alınan eşi, Nadya’ya sadece tokat attığını, şairin ardından zehir içerek intihar ettiğini iddia etti.
Nadya Ancuman neden öldürüldü? Suçu kadın olmak mıydı, yoksa şair olmaya cesaret etmek miydi? Hem kadın hem şair olmaktı suçu. Her türlü adaletsizliği, eşitsizliği, haksızlığı çekinmeden, gizlemeden ifade etmesiydi. O’nu Taliban öldürmedi. O’nu, kadını başkasının ‘namus’u olarak gören anlayış, zihniyet öldürdü. Afgan kadının şiir yazması, hatta yazmakla kalmayıp yayımlatması ayıpmış, utanç vericiymiş! Kimin için utanç verici? Eşi için, ailesi için, çevre için! Yani Nadya’nın şiirlerinde deşifre ettiği, mahkum ettiği anlayışların taşıyıcıları için...
Ağzımı açmama lüzum yok
Neyin şarkısını söyleyeyim ki?
Ben ki, hayat tarafından nefret edilen.
Söylemekle söylememek arasında fark yok.
Neden tatlılıktan söz edeyim
İçim acıyla dolu iken?
Ah, zalimin şöleni
Kilit vurdu dilime.
Yoldaşım yok bu hayatta,
Tatlı sözlerim kime?
Farkı yoktur konuşmanın, gülmenin
Ölmenin, yaşamanın.
Ben ve yalnızlığım.
Hüznüm ve kederim.
Hiçlik için gelmişim dünyaya.
Ağzım mühürlenmeli.
Ah kalbim, bahar gelmiş
Zamanıdır kutlamanın.
Tuzağa düşürülmüş kanadı ne yapayım,
Uçamadıktan sonra?
Fazlasıyla sessiz kaldım
Ama unutmadım melodiyi
Fısıldamaya başladığım ilk andan beri
Kalbimin şarkılarını
Bana kendimi hatırlatır
Bu kafesi kıracağım gün
Bu kederi terk edeceğim
Hüzünlü şarkılar söyleyeceğim.
Cılız bir kavak değilim
Her rüzgarda sallanan.
Afgan kadınıyım ben,
anlam katan budur iniltime.
7 Mayıs 2011'de PolitikART'ta yayınlandı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder