25 Kas 2013

Masîro’daki mavi sonbahar

şu dağdaki gezene bak
gözlerinin rengine bak
mavi gözler, kan kan olmuş
şu feleğin işine bak…


Sarı yapraklar zamanını yaşıyoruz yitik mevsimler diyarında. Mevsimimizi arıyoruz zamanın sonsuzluğunda. O sonsuzluk ki, hiçbir mekana sığmıyor; yakalamıyor hiçbir saatin yelkovanı yaşadığımız zamanı. Takvimin yaprakları koparılırken rüzgar nereye taşıyor yaşanılan zamanı? Ki geçmiş zaman dedikleri belleksizliktir. Oysa bizde zaman, her daim ‘şimdi’de saklıdır. Tıpkı bir yaprağın yeşilliğinin sarı renginde gizli olması gibi.
Bütün renkler, her rengin bütün tonları zamanın muhteşem irisinde varlık bulur. Ki varlık aynı zamanda zamanın rengini taşır. Veya zamandır varlığa rengini veren. Renkse aslında oluştur. Varlık olarak yaprağa zaman değdiğinde, oluş sarıya bürünmenin ta kendisi olur.
Hafif bir rüzgar eser ansızın. Öyle hafif ki, sarı yaprak dalından kopup usulca düşmezse toprağa hissedilmeyecek bile. Bir zaman sonra kurur damarları, koyulaşır teni, içine çekilir bedeni. Sonra bir baktın ki kaybolmuş. Yok olmuş sanırsın. Oysa zamanın okşadığı hiçbir varlık yok olmaz. Yaprak da sadece farklılaşmıştır. Toz olup toprağa karışmıştır. Rüzgarın kanatlarında uçmuştur bir dağdan bir vadiye; zamanı geldiğinde yeniden güneşin kollarına bırakmak için kendini…


Yaprak dökümüdür Ekim ayına hüznün adını veren. Oysa her yaprakta gizli olan evrenin ta kendisidir. Onun oluşum dili bütün parlaklığıyla lacivert geceye duran yarımayda saklıdır. Bir yanı karanlıkta olmasaydı yarımay olabilir miydi? Bize görünmemesi, onun kalbinin doğusunun olmadığı anlamına gelmez. Aydınlık, karanlığı gerektirir. Ayın bütünselliği hakikattir. Bize tersini öğretmeleri bundandır.
Hüzün gecenin gökyüzünde gizlenen ayın diğer yarısıysa eğer, onun diğer yüzü sevinçtir. Gerçek sevinçler hüzün olmaksızın varlık kazanamaz. Ve sevinçten koparılırsa hüzün, bitirir. Birbirini var ettiği ölçüde anlamlıdır hüzünler ve sevinçler.
O yüzden Ekim ayı da, sevincin ön habercisi olduğu kadar hüznün ayıdır. Kopardığı her yaprakla içimiz, kalbimizin ta ortası hüzünle dolsa da yaşamaya devam ediyor rüzgarın kollarına alıp götürdükleri. Zamanla oluşan varlık yok olmuyor, farklılaşıyor sadece. Ve bilince giden yücelişin ilk adımıysa farklılaşma, yitirildiği sanılan varlık sonsuz bir çoğalmanın adıdır artık. Bütün güzelliklerde saklı olur…
Ekim’in bizden alıp götürdükleri, an’da varlık kazanan bütün sevinçlerde varlar. O sevinçler hüzünden doğsa da; içinde hep hüzün barındırsa da… Öyle anlardır bize hüznümüzü isyana dönüştürme gücünü veren.
Sonbaharın diğer yarısı bahardır. Bağrında taşıdığı bahardır Ekim’e yaratıcı özünü veren. Bu hakikatin izinde yürümesini bilenler sonbaharın altın güneş ışınlarının altında yaradılış zamanlarının öznesi olur. Ki mevsimini yitiren kadın, mevsimsizlikte kendi zamanını yarattığı ölçüde hakikatin sadık arayışçısı olur. Kadının sonbahar rüzgarında Ekim yapraklarıyla dansında gizlidir bu hakikat. Bunun bir diğer adı kahramanlaşmaktır veya Bêrîtanlaşma, Zeynepleşme, Ronahîleşme…
Ronahî… Işığın kızı… Gökyüzü maviliğindeki gözleri hep ışığı aradı. Çocukluk hayallerinin çalındığı mekanlarda, düşlerinin zulasını yitirmemesini, sımsıkı ellerle tutmasını bildi hep. İki büyük savaşın yıkıcılığının ardından hayatın renkleri griden ibaret kılınırken, gökkuşağının peşinde koşmak için elbette rengarenk bir belleğin taşıyıcısı olmak gerekiyordu. Işığın kızı Andrea’ya da anlam arayışçılığının hafızasını bahşeden, annesinden başkası değildi. Ki gri uygarlığın mezara gömdüğünü sandığı ebruli yaşamın hafızasını hep diri tutan, analığın gerçek sırrına ermiş olanlardır. Lilo Wolf, böyle bir kadındı. Eşinin erken ölümünden sonra tek başına büyüttüğü ikiz çocukları Andrea ve Tom’a bir anne olarak verebileceği en anlamlı hayat dersi, özgür yaşam arayışçılığıydı. Bunu başardıkça evlatlarıyla yoldaş olacaktı. Kalpleri isyan ruhuyla dolup taşan ikiz çocukları daha ortaokul yıllarında demir parmaklıklar ile tanışırken, Lilo Wolf yılmadan en büyük kutsallarını devlete karşı savunmasını bildi hep. Herkes gibi olmak, anlamsızlığa teslim olmaktı. İtiraz ise büyük acıları bağrında taşıyordu. O bunları göze almıştı. Bunun ilk büyük bedelini, oğlunun gencecik bedenini toprağa verdiğinde ödemek zorunda kaldı. İkinci büyük bedel, kimsesi kalmazken kızını Kürdistan dağlarına yolculamaktı. Kolay değildi elbet. Hatta çok zordu. Ama anlamlı yaşam, bedeller gerektiriyordu.
Yolcularken ışığın kızını güneşin ülkesine, ona bir daha sarılamayacağını, saçlarını şefkatli elleriyle bir daha okşayamayacağını biliyor muydu? Kızını son kez kucakladığında başlayan özleminin, sevgisi kadar sonsuzlaşacağını? İki yıl sonra, bir Ekim gününde, çok uzaktaki Almanya’dan Guatemala’ya bağlanan telefondaki sesin “Andrea öldü” diyeceğini?
Andrea - yeni adıyla Ronahî - 22 Ekim 1998’de Masîro’da 30 yoldaşı ile birlikte Türk ordusuyla yaşanan çatışma ardından yaşamını yitirdi. Sağ ele geçtiğinde başı dimdik bir duruşla “Alman bir enternasyonalistim” dedikten sonra önce dehşet veren işkencelerden geçirildi, ardından kurşuna dizildi.
Bu vahşet, Türk ordusunun Kürdistan’da işlediği ne ilk ne de son insanlık suçuydu. Fail devlet, mağdur ise Kürt olunca haksızlığa kurulu faşist rejimde hak aramak mümkün değil elbet. Lilo Wolf, canından son parçası da alındığında, bu insanlık suçunun sorumlularının yargılanması için anında mücadeleye başladı. Kızı Alman vatandaşı olduğu için, Alman makamlar muhatap olmak zorundaydı. Oysa belki de kızını öldüren silah, Alman malıydı.
Mücadele sadece sorumluların yargılanması için değildi. Asıl mücadele, yaşamını yitirdikten sonra cenazeleri topluca mağaraya gömülen 31 gerillanın onuruna yaraşır bir biçimde uğurlanabilmesi içindi. Ki o toplu mezara gömülen, insanlıktı.
Hiç olmazsa gözyaşı dökebileceği, usulca okşayacağı, etrafını çiçeklendirebileceği bir mezar taşına sahip olmak için çok mücadele verdi Lilo Wolf. Umudu hiç tükenmedi. Kızına, yoldaşına kavuşacağı gün gelecekti mutlaka. Tam ondört Ekim bekledi, mavinin umudunda. On beşinci Ekim’e gelindiğinde, özlem yerini büyük kavuşmaya bırakacaktı.
Şimdi hüzün ile sevincin buluştuğu an yeniden yaşanırken, hasret yerini kavuşmaya bırakırken, bir özlem var maviliğin mevsimsizliğinde, zamanın artık hiç dokunamayacağı. Eskimesi mümkün değil artık bu sonsuz özlemin. Mayıs’ın son demlerinde, bahar yerini henüz yazın nemine bırakmadan Guatemala ormanlarında, kalbi durdu Lilo Wolf’un.
Keşkelerin hükmü yok elbet. Yine de keşke demeden edemiyor insan. Keşke Lilo Wolf görebilseydi nasıl bir insan selinin Çatak Şehitleri’ne hem hoş geldiniz hem de uğurlar olsun dediğini. Görebilseydi Gundê Kelê’nin yüksekliğindeki heybetli anıt şehitliğini. Bunca yıl özlemini çektiği mezar taşına dokunabilseydi keşke, doyasıya ağlayabilseydi, “Hatırlar mısın…” ile başlayan cümleler kurup kızıyla birlikte eski günlere gülebilseydi.
Adını “Ronahî Şehitliği” koydu halk. Yıllar da geçse halkta kazandığı sevginin yerinin eksilmesi mümkün değil. Tersine, yeni kuşaklara aktarıldıkça büyüyen bir sevgidir bu. O’nu uygarlığın yıkıcılığından Kürdistan dağlarına götüren de büyük insan sevgisiydi. Gerçek enternasyonalizmin kaynağında yatan işte bu büyük sevgidir. Kürt halkı bu yüzden O’nu çok sevdi. Gundê Kelê ve çevresinde köylülerin hala bu Alman enternasyonalist gerilladan bahsetmesinin, onu anlatmasının ve bu yolla da anısını yaşatmasının sebebi budur.
Ronahî, ışık demektir. Ronahî, çocukluğundan itibaren hep aradığı ışığı Kürdistan dağlarında bulmuştu. Dağlarda ışığın peşinde koşarken kendi de ışık oldu. Şimdi binlerden biri olarak, yoldaşlarıyla birlikte Gundê Kelê’nin zirvesinden bize ışık oluyor, yolumuzu aydınlatıyor. O ışık ki varlık kazanmış anlamın ta kendisidir. Hüznün ayında gülümseyen bir çift mavi gözdür, umut ve inançla bakan…


* 15 Eylül 2013’te, Çatak ile Beytüşşebap arasında bulunan Gundê Kelê’de inşa edilen Ronahî Anıt Şehitliği’nin açılışı yapıldı. Ekim Şehitleri’nden Andrea Wolf (Ronahî)’un annesi Lilo Wolf ise açılıştan dört ay önce, uzun yıllardan beri yaşadığı Guatemala’da yakalandığı hastalığa yenik düşüp hayatını kaybetti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder