şu dağdaki gezene bak
gözlerinin rengine bak
mavi gözler, kan kan
olmuş
şu feleğin işine bak…
Sarı yapraklar zamanını yaşıyoruz
yitik mevsimler diyarında. Mevsimimizi arıyoruz zamanın sonsuzluğunda. O
sonsuzluk ki, hiçbir mekana sığmıyor; yakalamıyor hiçbir saatin yelkovanı
yaşadığımız zamanı. Takvimin yaprakları koparılırken rüzgar nereye taşıyor
yaşanılan zamanı? Ki geçmiş zaman dedikleri belleksizliktir. Oysa bizde zaman,
her daim ‘şimdi’de saklıdır. Tıpkı bir yaprağın yeşilliğinin sarı renginde gizli
olması gibi.
Bütün renkler, her rengin bütün tonları zamanın muhteşem
irisinde varlık bulur. Ki varlık aynı zamanda zamanın rengini taşır. Veya
zamandır varlığa rengini veren. Renkse aslında oluştur. Varlık olarak yaprağa
zaman değdiğinde, oluş sarıya bürünmenin ta kendisi olur.
Hafif bir rüzgar
eser ansızın. Öyle hafif ki, sarı yaprak dalından kopup usulca düşmezse toprağa
hissedilmeyecek bile. Bir zaman sonra kurur damarları, koyulaşır teni, içine
çekilir bedeni. Sonra bir baktın ki kaybolmuş. Yok olmuş sanırsın. Oysa zamanın
okşadığı hiçbir varlık yok olmaz. Yaprak da sadece farklılaşmıştır. Toz olup
toprağa karışmıştır. Rüzgarın kanatlarında uçmuştur bir dağdan bir vadiye;
zamanı geldiğinde yeniden güneşin kollarına bırakmak için kendini…
Yaprak
dökümüdür Ekim ayına hüznün adını veren. Oysa her yaprakta gizli olan evrenin ta
kendisidir. Onun oluşum dili bütün parlaklığıyla lacivert geceye duran yarımayda
saklıdır. Bir yanı karanlıkta olmasaydı yarımay olabilir miydi? Bize
görünmemesi, onun kalbinin doğusunun olmadığı anlamına gelmez. Aydınlık,
karanlığı gerektirir. Ayın bütünselliği hakikattir. Bize tersini öğretmeleri
bundandır.
Hüzün gecenin gökyüzünde gizlenen ayın diğer yarısıysa eğer, onun
diğer yüzü sevinçtir. Gerçek sevinçler hüzün olmaksızın varlık kazanamaz. Ve
sevinçten koparılırsa hüzün, bitirir. Birbirini var ettiği ölçüde anlamlıdır
hüzünler ve sevinçler.
O yüzden Ekim ayı da, sevincin ön habercisi olduğu
kadar hüznün ayıdır. Kopardığı her yaprakla içimiz, kalbimizin ta ortası hüzünle
dolsa da yaşamaya devam ediyor rüzgarın kollarına alıp götürdükleri. Zamanla
oluşan varlık yok olmuyor, farklılaşıyor sadece. Ve bilince giden yücelişin ilk
adımıysa farklılaşma, yitirildiği sanılan varlık sonsuz bir çoğalmanın adıdır
artık. Bütün güzelliklerde saklı olur…
Ekim’in bizden alıp götürdükleri,
an’da varlık kazanan bütün sevinçlerde varlar. O sevinçler hüzünden doğsa da;
içinde hep hüzün barındırsa da… Öyle anlardır bize hüznümüzü isyana dönüştürme
gücünü veren.
Sonbaharın diğer yarısı bahardır. Bağrında taşıdığı bahardır
Ekim’e yaratıcı özünü veren. Bu hakikatin izinde yürümesini bilenler sonbaharın
altın güneş ışınlarının altında yaradılış zamanlarının öznesi olur. Ki mevsimini
yitiren kadın, mevsimsizlikte kendi zamanını yarattığı ölçüde hakikatin sadık
arayışçısı olur. Kadının sonbahar rüzgarında Ekim yapraklarıyla dansında
gizlidir bu hakikat. Bunun bir diğer adı kahramanlaşmaktır veya Bêrîtanlaşma,
Zeynepleşme, Ronahîleşme…
Ronahî… Işığın kızı… Gökyüzü maviliğindeki gözleri
hep ışığı aradı. Çocukluk hayallerinin çalındığı mekanlarda, düşlerinin zulasını
yitirmemesini, sımsıkı ellerle tutmasını bildi hep. İki büyük savaşın
yıkıcılığının ardından hayatın renkleri griden ibaret kılınırken, gökkuşağının
peşinde koşmak için elbette rengarenk bir belleğin taşıyıcısı olmak gerekiyordu.
Işığın kızı Andrea’ya da anlam arayışçılığının hafızasını bahşeden, annesinden
başkası değildi. Ki gri uygarlığın mezara gömdüğünü sandığı ebruli yaşamın
hafızasını hep diri tutan, analığın gerçek sırrına ermiş olanlardır. Lilo Wolf,
böyle bir kadındı. Eşinin erken ölümünden sonra tek başına büyüttüğü ikiz
çocukları Andrea ve Tom’a bir anne olarak verebileceği en anlamlı hayat dersi,
özgür yaşam arayışçılığıydı. Bunu başardıkça evlatlarıyla yoldaş olacaktı.
Kalpleri isyan ruhuyla dolup taşan ikiz çocukları daha ortaokul yıllarında demir
parmaklıklar ile tanışırken, Lilo Wolf yılmadan en büyük kutsallarını devlete
karşı savunmasını bildi hep. Herkes gibi olmak, anlamsızlığa teslim olmaktı.
İtiraz ise büyük acıları bağrında taşıyordu. O bunları göze almıştı. Bunun ilk
büyük bedelini, oğlunun gencecik bedenini toprağa verdiğinde ödemek zorunda
kaldı. İkinci büyük bedel, kimsesi kalmazken kızını Kürdistan dağlarına
yolculamaktı. Kolay değildi elbet. Hatta çok zordu. Ama anlamlı yaşam, bedeller
gerektiriyordu.
Yolcularken ışığın kızını güneşin ülkesine, ona bir daha
sarılamayacağını, saçlarını şefkatli elleriyle bir daha okşayamayacağını biliyor
muydu? Kızını son kez kucakladığında başlayan özleminin, sevgisi kadar
sonsuzlaşacağını? İki yıl sonra, bir Ekim gününde, çok uzaktaki Almanya’dan
Guatemala’ya bağlanan telefondaki sesin “Andrea öldü” diyeceğini?
Andrea -
yeni adıyla Ronahî - 22 Ekim 1998’de Masîro’da 30 yoldaşı ile birlikte Türk
ordusuyla yaşanan çatışma ardından yaşamını yitirdi. Sağ ele geçtiğinde başı
dimdik bir duruşla “Alman bir enternasyonalistim” dedikten sonra önce dehşet
veren işkencelerden geçirildi, ardından kurşuna dizildi.
Bu vahşet, Türk
ordusunun Kürdistan’da işlediği ne ilk ne de son insanlık suçuydu. Fail devlet,
mağdur ise Kürt olunca haksızlığa kurulu faşist rejimde hak aramak mümkün değil
elbet. Lilo Wolf, canından son parçası da alındığında, bu insanlık suçunun
sorumlularının yargılanması için anında mücadeleye başladı. Kızı Alman vatandaşı
olduğu için, Alman makamlar muhatap olmak zorundaydı. Oysa belki de kızını
öldüren silah, Alman malıydı.
Mücadele sadece sorumluların yargılanması için
değildi. Asıl mücadele, yaşamını yitirdikten sonra cenazeleri topluca mağaraya
gömülen 31 gerillanın onuruna yaraşır bir biçimde uğurlanabilmesi içindi. Ki o
toplu mezara gömülen, insanlıktı.
Hiç olmazsa gözyaşı dökebileceği, usulca
okşayacağı, etrafını çiçeklendirebileceği bir mezar taşına sahip olmak için çok
mücadele verdi Lilo Wolf. Umudu hiç tükenmedi. Kızına, yoldaşına kavuşacağı gün
gelecekti mutlaka. Tam ondört Ekim bekledi, mavinin umudunda. On beşinci Ekim’e
gelindiğinde, özlem yerini büyük kavuşmaya bırakacaktı.
Şimdi hüzün ile
sevincin buluştuğu an yeniden yaşanırken, hasret yerini kavuşmaya bırakırken,
bir özlem var maviliğin mevsimsizliğinde, zamanın artık hiç dokunamayacağı.
Eskimesi mümkün değil artık bu sonsuz özlemin. Mayıs’ın son demlerinde, bahar
yerini henüz yazın nemine bırakmadan Guatemala ormanlarında, kalbi durdu Lilo
Wolf’un.
Keşkelerin hükmü yok elbet. Yine de keşke demeden edemiyor insan.
Keşke Lilo Wolf görebilseydi nasıl bir insan selinin Çatak Şehitleri’ne hem hoş
geldiniz hem de uğurlar olsun dediğini. Görebilseydi Gundê Kelê’nin
yüksekliğindeki heybetli anıt şehitliğini. Bunca yıl özlemini çektiği mezar
taşına dokunabilseydi keşke, doyasıya ağlayabilseydi, “Hatırlar mısın…” ile
başlayan cümleler kurup kızıyla birlikte eski günlere gülebilseydi.
Adını
“Ronahî Şehitliği” koydu halk. Yıllar da geçse halkta kazandığı sevginin yerinin
eksilmesi mümkün değil. Tersine, yeni kuşaklara aktarıldıkça büyüyen bir
sevgidir bu. O’nu uygarlığın yıkıcılığından Kürdistan dağlarına götüren de büyük
insan sevgisiydi. Gerçek enternasyonalizmin kaynağında yatan işte bu büyük
sevgidir. Kürt halkı bu yüzden O’nu çok sevdi. Gundê Kelê ve çevresinde
köylülerin hala bu Alman enternasyonalist gerilladan bahsetmesinin, onu
anlatmasının ve bu yolla da anısını yaşatmasının sebebi budur.
Ronahî, ışık
demektir. Ronahî, çocukluğundan itibaren hep aradığı ışığı Kürdistan dağlarında
bulmuştu. Dağlarda ışığın peşinde koşarken kendi de ışık oldu. Şimdi binlerden
biri olarak, yoldaşlarıyla birlikte Gundê Kelê’nin zirvesinden bize ışık oluyor,
yolumuzu aydınlatıyor. O ışık ki varlık kazanmış anlamın ta kendisidir. Hüznün
ayında gülümseyen bir çift mavi gözdür, umut ve inançla bakan…
*
15 Eylül 2013’te, Çatak ile Beytüşşebap arasında bulunan Gundê Kelê’de inşa
edilen Ronahî Anıt Şehitliği’nin açılışı yapıldı. Ekim Şehitleri’nden Andrea
Wolf (Ronahî)’un annesi Lilo Wolf ise açılıştan dört ay önce, uzun yıllardan
beri yaşadığı Guatemala’da yakalandığı hastalığa yenik düşüp hayatını
kaybetti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder