ANC lideri Nelson Mandela'ya tutukluluk yıllarında avukatlık yapan Cape Town Yüksek Mahkeme Yargıcı ve Kürt İnsan Hakları Eylem Grubu'nun (Kurdish Human Rights Action Group - KHRAG) başkanı Essa Moosa, Roj TV'de Güney Afrika müzakere sürecini anlattı. 15 Eylül 2011 akşamı Roj TV'de yayınlanan programın dökümü...
Meral Çiçek:
Sayın Moosa, ANC lideri Nelson Mandela ile Apartheid rejimi arasındaki ilk temas ne zaman ve hangi koşullar altında kuruldu?
Essa Moosa:
O dönem, birbirine paralel iki ayrı süreç vardı. Afrika Ulusal Kongresi’nin lideri olarak 1962 yılından beri tutuklu bulunan Nelson Mandela, 1980’li yılların başında Apartheid hükümeti ile bir şekilde görüşüp bazı temasların başlamasına yol açmıştı. Apartheid hükümeti ile temaslarında, Güney Afrika halkının demokratik bir düzen uğruna verdiği mücadelenin ruhunu yok etmenin mümkün olmadığını net bir şekilde ortaya koyuyordu. Ama buna paralel olarak ANC’nin mücadelesinin ulaşmış olduğu aşamayı da ciddi bir sorgulamadan geçiriyordu. Ve Afrika Ulusal Kongresi ile ulusal kurtuluş hareketinin Apartheid ordusunu askeri olarak yenemeyeceğini kabul ediyordu. Bu aşamada – bahsettiğim 1985 yılı ve öncesidir – soruna çözüm bulmak için ANC ile Apartheid hükümeti arasında görüşmelerin şart olduğunu yetkililere iletti.
Yani inisiyatif Mandela’dan mı geldi?
E.M.: Evet, inisiyatif Mandela’dan geldi. Ve bu inisiyatif sonucu Mandela ile Apartheid rejiminin bazı unsurları arasında – ki buna istihbarat servisi ve bazı bakanlar da dahildir – bir dizi görüşme gerçekleştirildi. Bu görüşmeleri, müzakerelerin ön süreci olarak nitelendirebiliriz.
Bu görüşmeler yapılırken, o dönem yasaklı olan ve yöneticileri de çoğunlukla sürgünde olan Afrika Ulusal Kongresi de paralel olarak bazı görüşmeler gerçekleştirdi. Apartheid rejimine dahil olan siyasi aktivistlerle görüştüler. Yine muhalefetten aktivistlerle bir dizi tartışma yürüttüler. Ayrıca işverenlerle de konuyla ilgili görüş alışverişinde bulundular. Yöneticilerin çoğu sürgünde olduğundan, bu görüşmeler yurtdışında yapıldı. ANC tarafında çok sayıda benzer inisiyatif geliştirildi. Yürütülen tartışmalara örneğin akademisyenler, uzmanlar vs. de dahil edildi. Dolayısıyla müzakere sürecine geçilmeden, henüz görüşme veya daha doğrusu temas aşamasında, sorunun siyasi çözümü ile ilgili farklı çevrelerle önemli tartışmalar yürütüldü.
Bu süreçte yürütülen 'talks about talks'ların bir resmi niteliği var mıydı?
E.M.: Hayır. Görüşmelerin tümü gayrıresmi bir biçimde yürütülüyordu. Güney Afrika kamuoyunun – hem siyahiler hem de beyazlar – Mandela’nın Apartheid hükümeti yetkilileriyle görüştüğünü bilmiyordu, bundan haberdar değildi. Güney Afrika’daki insanlar, ANC’nin ülkenin aydınları, önde gelen isimleriyle görüştüğünü bile bilmiyordu. Dolayısıyla hem Mandela, hem de ANC ile görüşmeler basına yansıdığı zaman, Güney Afrika’da yaşayan insanların tümü çok şaşırmıştı. Bu durum sürpriz olmuştu.
‘GÖRÜŞMELERE ÖNCE KUŞKUYLA BAKILDI’
Peki nasıl bir tepki verdiler? Olumlu mu, olumsuz mu?
E.M.: Öncelikle devlet baskısı altındaki insanlar, yani ANC’nin kitle tabanı, Mandela ile yürütülen görüşmelere ilkin kuşkuyla yaklaştı. Mandela’nın cezaevinde zayıf, güçsüz bir konumdan devlet ile görüştüğünü düşünüyorlardı. Böyle bir kaygıları vardı. Bu bağlamda Mandela’nın, uğruna mücadele ettikleri hedeflerin bir kısmı, özellikle de insan hakları ve belirli demokratik değerler konusunda tavizler verebileceği yönde kaygı duyuluyordu.
Ama Mandela o dönemde bir şekilde kendi kitlesine bir mesaj ulaştırabildi. Mesajında, merak etmemeleri gerektiğini, pozisyonlarından ödün vermeyeceğini ve görüşmelerden çıkacak sonuçlar ne olursa olsun, bu konu hakkında halkını bilgilendireceğini ifade etti.
Kitle yanı sıra sürgündeki ANC yönetimi de Mandela’nın cezaevinde bir zayıflık pozisyonundan devlet ile görüştüğünü düşünüyordu. Onlar da ilk etapta halk ile hemen hemen aynı kaygıları, aynı tereddütleri taşıyordu. Ama daha sonra Mandela, eşi Winnie Mandela ve avukatları üzerinden ANC yönetimini görüşmelerle ilgili bilgilendirmeye başladıktan sonra, halkını ve davasını satmayacağından emin oldular.
Mandela bir ‘terörist’ olarak görülüyordu. ‘Terörist bir örgütün lideri’ olarak yaftalanmıştı. Güney Afrika’daki beyaz kamuoyu bu görüşmelerle ilgili haberlere nasıl yaklaştı?
E.M.: Görüşme haberleri beyazları da çok şaşırtmıştı. Beyaz gruplar içinde daha liberal diye nitelendirebileceğimiz kesimler vardı. Onlar görüşmelere olumlu yaklaşıp, süreci selamlıyordu. Ama aynı zamanda oldukça muhafazakar, tutucu kesimler de vardı. Mandela ile yapılan görüşmeleri kınamışlardı. ‘Apartheid hükümeti nasıl olur da bir terörist ile görüşür’ diyerek tepki gösteriyorlardı.
Peki medyada bu husus nasıl bir yansıma buldu?
E.M.: Tabii hangi somut medyadan bahsettiğimize bağlı. Mesela muhafazakar çevreye bağlı belli bir medya kesimi vardı. Yine liberal kesimleri destekleyen liberal medya organları vardı. Ve bunlar tabii ki yaşanan bu gelişmelere olan farklı bakış açıları yansıtıyordu. Medyanın bir kısmı görüşmeleri destekleyip, tarafları bu konuda cesaretlendirirken, bir taraf da karşıydı ve bu doğrultuda yayın yapıyordu.
Biraz geriye gidelim. 1982’de, dönemin istihbarat şefi Niel Barnard ile Mandela arasında bazı görüşmeler yaşanmıştı. Barnard, Mandela’ya daha konforlu bir yer sağlamayı ve onu Fok Adası’ndan Pollsmoore Cezaevi’ne nakletmeyi teklif etmişti. Mandela bu teklife nasıl bir yanıt verdi? Şu açıdan sormak istiyorum: Abdullah Öcalan, avukatlarıyla yapmış olduğu son görüşmesinde, İmralı cezaevindeki koşullar altında müzakere yürütmesinin mümkün olmadığını söylemişti. Sağlık durumu da bundan bağımsız değil. Sizce bu konuda bir bağ kurabilir miyiz?
‘MANDELA İLE İSTİHBARAT GÖRÜŞÜYORDU’
E.M.: Evet. Aslında o dönemde Mandela ile görüşmeleri Apartheid hükümetinin istihbarat servisi yürütüyordu. ANC lideri ile temas içinde olan, istihbarattı.
Siyasiler o aşamada işin dışındaydı. Doğrudan hükümet temsilcileri çok sonradan görüşmelere dahil oldu. Bu aşamada, müzakerelerin başlatılabilmesi için ele alınan ön koşullardan biri de mekanla ilgiliydi. Mandela’nın, müzakerelere katkı sunacak, buna uygun bir atmosfer oluşturabilecek bir mekana nakledilmesi isteniyordu. Yine Mandela’nın Fok Adası’ndan ana karadaki bir cezaevine, yani Pollsmoore cezaevine nakledilmesi durumunda iletişimin kolaylaşacağını düşünüyorlardı. Çünkü hem istihbarat hem de Mandela açısından ulaşım daha rahat olacaktı.
1985 ile 1989 arasında çok sayıda görüşme gerçekleştirildi. Ancak Botha’nın başkanlığı dönemindeki bu görüşmeler bu dönemde sonuç vermedi, müzakerelere evrilmediler. Bu dönemdeki görüşmelerin sonuç vermemesinin temel nedeni neydi? Ve bu görüşmeler neden uzun bir süre gizli tutuldu?
E.M.: Botha başkanlığındaki dönemin hükümeti her türlü müzakereye karşıydı. Ya da şöyle diyeyim: Onlar, Mandela’nın her türlü şiddeti reddetmesi ön koşuluyla müzakere masasına oturmaya hazırdı. Zaten Şubat 1985’te Botha, Mandela’ya koşulsuz bir şekilde silahlardan vazgeçmesi durumunda onu serbest bırakacağını teklif etmişti. Dolayısıyla onlara göre önce silahlı direnişe son verilecekti, ardından müzakere masasına oturulacaktı. Mandela ise silahlı mücadeleye son vermeyi kabul etmedi. Teklifi geri çevirdi. Ve bu duruşunu şöyle ortaya koyuyordu: Silahlı mücadeleye son verilmesi için önce Apartheid rejiminin devlet şiddetine son vermesi gerekiyor. Bu da Mandela’nın ön koşulu idi ve bu somut konuda hiçbir zaman da taviz vermedi.
1989’da De Klerk Devlet Başkanlığı’na seçildi...
E.M.: O dönemde Apartheid rejimine karşı baskılar arttı.
Sadece ulusal düzeyde mi, yoksa uluslararası düzeyde de mi?
E.M.: Her ikisi de; baskılar hem ulusal hem de uluslararası düzeyde arttı. Bu baskılar ekonomik ve politik nitelikteydi. Apartheid rejimine karşı yaptırımların boyutu çok büyümüştü, kapsamı genişlemişti. Sonra şöyle bir gelişme oldu: Güney Afrika devletinin bazı uluslararası borçları vardı. Bunları ödemesi gerekiyordu. Ancak uluslararası yaptırımlar nedeniyle bu borçları ödeyecek parası kalmamıştı. Bu duruma ek olarak uluslararası kredi enstitülerine, Güney Afrika devletine kredi sağlanmaması yönde çağrı yapıldı. Yine bu bankaların, devletin borçlarını ödemesi için baskı yapması istendi. Ve tam da bu dönemde, Apartheid rejiminin ekonomik olarak çok zorlandığı bir aşamada, hem ABD hem de İngiltere hükümetleri, dönemin Güney Afrika hükümeti üzerinde, ANC ile müzakerelerin yürütülmesi için siyasi baskı oluşturdu.
Dönemin Güney Afrika Devlet Başkanı Pieter Willem Botha, müzakerelere açıktan karşı çıkıyordu ancak siyasi iktidar içinde, müzakere dışında bir şanslarının olmadığını düşünen bazı unsurlar da vardı. Bu unsurlar daha sonra Botha’yı devreden çıkarıp, ANC ve diğer kurtuluş örgütleri ile görüşmelerin sürdürülmesi için yerine Frederik De Klerk’i getirdi.
Müzakereler başladığında iki tarafta da ön koşullar var mıydı? Ya da hangi ön koşullarla müzakere masasına oturuldu?
‘ÖNCE ÖZGÜRLÜK, SONRA MÜZAKERE’
E.M.: Birçok ön koşul vardı. ANC, Apartheid hükümetinin öncelikle müzakereler için gereken iklimi yaratması gerektiğini vurguluyordu. Somutlaştıracak olursam; siyasi suçlardan ötürü cezaevinde bulunan bütün tutsakların serbest bırakılmasını talep ediyordu. Sürgündekilerin, özellikle de ANC yönetici ve kadrolarının dönme koşullarının yaratılmasını istiyordu. Yine Apartheid rejimi tarafından yasaklanan bütün örgütler üzerindeki yasağın kaldırılması ön koşul olarak dayatılıyordu. Bir bütün olarak müzakereler için ihtiyaç duyulan ortamın hazırlanması isteniyordu.
De Klerk’in de Devlet Başkanlık görevine getirildikten sonra yaptığı ilk iş, çok sayıda siyasi tutsağı serbest bırakmak ve birçok örgüt üzerindeki yasağı kaldırmak oldu. Ayrıca o dönemde, yani 1989’un sonlarında Mandela’nın serbest bırakılacağının işaretlerini vermeye başladı. Demin saydıklarımın yapılacağına dair, yani tutsakların bırakılması, sürgündekilerin dönüşüne izin verilmesi ve yasakların kaldırılması ile ilgili parlamentoda bir konuşma yaptı. Ve bu konuşmadan hemen sonra Mandela ve diğer siyasi tutsaklar serbest bırakıldı, sürgündekilerin büyük kısmı ülkeye döndü ve ondan sonra da asıl müzakerelere geçildi.
Bu aşamada kamuoyunun tepkisi nasıl oldu?
E.M.: Beyaz kamuoyu bu sürece çok büyük kuşkuyla baktı. Onlara göre devlet bir terörist ile müzakere ediyordu. Bir terörist örgüt ile müzakere masasına oturuyordu. Kafalarında böyle bir algı vardı. Ve bu algı on yıllarca boyu da beslendi. Dolayısıyla müzakere sürecinin bu aşamasında Apartheid hükümetinin, beyazların kafalarındaki düşünce kalıplarını, onlardaki hakim algıyı değiştirmek için çaba sarf etmesi çok önemliydi. Bu ihtiyacı gördüler. Ve belli bir düzeyde bu algıyı yıkmayı, değiştirmeyi de başardılar. Zira o dönemde beyazların önemli bir kısmı yaşanan süreci kabullenmeye, onaylamaya başladı. Fakat bu tümü açısından geçerli değil. Beyazlar arasında oldukça muhafazakar, tutucu kesimler de vardı. Onlar, Afrika Ulusal Kongresi ve diğer kurtuluş örgütleri ile her türlü müzakereye kesin bir dille karşı çıkıyordu.
Peki diğer Güney Afrikalı örgütlerin yaklaşımı nasıldı?
E.M.: Siyahilerin örgütlerinin çoğu, yine sivil toplum kuruluşları yapılan görüşmeleri destekliyordu. Kiliseler bile soruna barışçı bir çözüm bulunması için hükümetin ANC ile müzakere masasına oturmasını destekliyordu, bu talebi yükseltiyordu. Dolayısıyla bu aşamada ülkedeki sorunların barışçı yollardan çözülmesi gerektiği hem örgütlerin büyük bir kısmı hem de siyahi halkın çoğunluğu tarafından kabul ediliyordu. Ancak karşı çıkan, sürece muhalif olan Güney Afrikalı siyahi gruplar da vardı. Ve nihayetinde müzakerelerin yürütüldüğü dönemde görüşmeleri sabote etmeye, bozguna uğratmaya da çalıştılar.
Müzakerelerin hemen başında Groote Schuur protokolü oluşturuldu...
E.M.: Evet. De Klerk’in cezaevindeki siyasi tutukluları serbest bırakmasından ve sürgündekilerin ülkeye dönüşünden sonraki ilk görüşme, Groote Schuur’da yapıldı. Groote Schuur, o dönemki devlet başkanlık konutunun adı.ANC’den oluşan bir heyet – bu heyet içinde hem Güney Afrika’da kalan yöneticiler hem de sürgüne gitmek zorunda kalan isimler vardı – dönemin Ulusal Parti hükümeti ile, o hükümeti temsil eden bakanlarla burada bir toplantı gerçekleştirdi. Bu, müzakere sürecinde yapılan toplantıların ilki idi.
Bu toplantıda her iki taraf da bazı taahhütlerde bulundu. Sorunu barışçı yollardan çözmeye çalışacaklarına dair beyanlarda bulundular. Önemli bir bilgi de şu: bu toplantıda, iki tarafın temsilcilerinden oluşan bir komite kuruldu. Bu komite, meselelere nasıl yaklaşılacağı konusunda yöntemler geliştirecekti. Mesela o aşamada – bahsettiğimiz toplantı 4 Mayıs 1990’da yapıldı – mahkeme tarafından henüz karara bağlanmamış olan çok sayıda dava vardı. Sürgünde olup, karara rağmen henüz dönemeyen çok sayıda insan vardı. Dönemiyorlardı, çünkü ülkelerine giriş yapmaları durumunda tutuklanıp ceza alabilecekleri yönde kaygıları vardı. Bu duruma bir çözümün bulunması gerekiyordu. Yine neyin siyasi bir suç olarak değerlendirileceği, neyin ise kriminal suç kategorisine gireceği konusunda ortak bir görüş yoktu. Ancak bir tek siyasi suç işlemiş olanlar cezadan muaf tutulup, ya serbest bırakılacaktı ya da sürgünden dönmelerine izin verilecekti. Güvence sadece siyasi suçluları kapsıyordu. Dolayısıyla bu konuda ortak bir tanım oluşturmaları gerekiyordu.
Komite oluşturuldu. Ardından siyasi suç tanımı üzerinde bir çalışma başlattılar. Ayrıca yeni başlatılan müzakere süreci boyunca görüşülecek, ele alınacak konu başlıklarını tespit ettiler. İkinci müzakere toplantısı ise 6 Ağustos 1990’da, yani 3 ay sonra Pretoria’da yapıldı. Bundan dolayı o toplantının ardından çıkarılan belgeye Pretoria Tutanağı veya Pretoria Protokolü deniliyor. Demin bahsettiğim siyasi suç tanımı, bu ikinci toplantıda onaylandı. Müzakerelerin çerçevesi belirlendi ve ileriki süreç ele alındı.
Bu komitede kimler yer aldı?
E.M.: Groote Schuur’daki toplantıya ANC’yi temsilen katılmış olan isimlerden birkaçı, ANC tarafından komitede yer almak üzere belirlendi. Aynı şekilde hükümet de kendi temsilcilerini atadı. İki tarafın atadığı isimlerden oluşan bu komite, bu belirli süreci müzakere etmeye başladı.
Toplumun diğer kesimleri bir biçimde bu sürece ortak edildi mi?
E.M.: Yok, hayır. Bu aşamada henüz değil. Onlar sonradan sürece dahil edildi. Zaten bahsettiğim komite bir nevi önce müzakerelerin koşullarını hazırlamakla görevliydi. Müzakerelerin zemini bir anlamda kürekle kazıldıktan ve resmi müzakereler açıklandıktan sonra, topluma bu sürece katılma çağrısı yapıldı. Bu ise, 1991 yılının sonunda başlayan CODESA sürecine denk geliyor.
CODESA sürecinden önce 1991’de yapılan Ulusal Barış Anlaşması var. Bu anlaşmayla ilgili neler söyleyeceksiniz?
E.M.: Çeşitli fraksiyonlar, partiler, örgütler ve gruplar arasında çok derin çelişkiler vardı. Hatta yer yer buna düşmanlık denilebilir. Bu nedenle bir barış komitesi kuruldu. Bu komitenin amacı, bu farklı gruplar arasında müzakerelerin başlatılabilmesi için gereken zemini oluşturmaktı. Bunun içinse öncelikli hedef, insanlardaki algıların değişmesini sağlamaktı. Bu barış komitesi, aralarında örneğin işverenler ve işçi örgütlerinin de bulunduğu değişik örgütleri temsilcilerinden oluşuyordu. Bu komite daha sonra, Eylül ayında açıklanan Ulusal Barış Anlaşması ile, insanların bir araya gelmesinin koşullarını hazırladı. Hatta Ulusal Barış Anlaşması’nın CODESA sürecini hazırladığını da söyleyebiliriz.
Aslında iki ayrı barış komitesi vardı. Bir komite Apartheid güçlerini temsil ediyordu. Diğeri ise Apartheid karşıtlarının komitesiydi. Bu iki komite, müzakereler için ihtiyaç duyulan iklimi oluşturmakla görevliydi.
Bu komiteler herhalde sorunsuz bir şekilde çalışmamıştır.
‘MANDELA GÖRÜŞMELERDEN ÇEKİLDİ’
E.M.: O kadar çok sorun yaşandı ki. Mesela müzakerelerin bir aşamasında Apartheid rejiminin hem istihbarat güçleri, hem ordu ve hem de polis içinde süreci sabote etmeye çalışan bazı unsurlar vardı. Township denilen, siyahilerin yaşadığı yerlere girip çok sayıda masum insanı katlettiler. Tarafları birbirine düşürmeye, güvensizlik ve korku yaratmaya çalışıyorlardı. Saldırıları gerçekleştiren istihbarat ve güvenlik güçleri, bunları bir şekilde siyahi halk, onun örgütleri veya o township’lerde yaşayanların üzerine atmaya çalışıyordu.
Bu durum ise Mandela’nın CODESA görüşmelerinden çekilmesine neden oldu. Mandela, müzakerelerin sürdürülebilmesi için De Klerk’in öncelikle bu meseleleri çözmesini istiyordu. Bu aşamada ayrıca ANC, kitlesel eylem kampanyasını başlattı. Ülkenin dört bir yanında yapılan bu dev gösterilerle şiddet protesto ediliyordu. Ayrıca bu eylemlerle De Klerk üzerinde, süreci sabote etmeye çalışan devlet güçlerini etkisiz kılması için baskı oluşturuluyordu.
De Klerk bunun üzerine Goldstone komisyonunu kurdu. Bu komisyon, siyahilere yönelik saldırılarla ilgili geniş soruşturmalar yürüttü ve hem ordu hem de güvenlik güçleri içinde, siyahilerin yaşadığı alanlardaki saldırılardan sorumlu unsurların bulunduğu sonucuna vardı. Komisyon sonuç raporuna göre bu unsurların amacı, saldırıları ANC’nin üzerine atarak müzakerelerin sabote edilmesiydi. De Klerk, komisyon raporunu aldıktan sonra, bu saldırılardan sorumlu oldukları tespit edilen 23 subayı görevden aldı. Bunun üzerine Mandela da müzakere masasına dönmeyi kabul etti.
İsterseniz CODESA’nın ilk aşamasına geçelim. Müzakere sürecinin bütünü açısından CODESA görüşmeleri nasıl bir rol oynadı?
E.M.: İlk etapta temel mesele, mümkün olduğu kadar çok insanı bu sürece katma ihtiyacı idi. Hem devlet baskısına maruz kalmış taraftan bu sürece katılmayı kabul etmeyenler vardı – ki, devlet baskısı görmüş olduğu halde Apartheid rejimi ile her türlü görüşmeye karşı çıkanlar da vardı. Örnek vermek gerekirse Pan Afrikanist Kongresi PAC baştan itibaren görüşmelere karşı çıkıyordu. Öbür tarafta da, yani beyaz tarafta da görüşmelere karşı olanlar vardı. Bu nedenle mümkün olduğu kadar çok insanı bu sürece dahil etme çabasındaydılar. Ve bunu başardılar da, çok geniş kesimleri bu sürece katabildiler. Bazı örgütler dahil olmadığından sürecinin dışında kaldı. Bazıları çok sonradan, sürecin sonuna doğru dahil oldu. Mesela İnkatha Özgürlük Hareketi IFP başlangıçta sürece katılmadı. Onlar, Apartheid güçlerini temsil eden tarafta yer alıyordu. Çünkü onlar bağımsız denilen, işbirlikçi siyahilerin yönetim bölgelerinin bir parçasıydı. Onlar da dolayısıyla Apartheid güçlerinin bir parçası olarak değerlendiriliyordu. Öte yandan örneğin, bir özgürlük hareketi olan Pan Afrikanist Kongresi de sürece dahil olmadı. Bu iki örgüt de çok sonradan sürece girdi. Ve Apartheid tarafında da çok sayıda siyasi örgüt, mesela Muhafazakar Parti, o aşamada sürece katılmadı.
CODESA 1 ile CODESA 2 arasındaki süreçte, o dönemde iktidarda olan Ulusal Parti sanırsam üç ara seçimde Muhafazakar Parti’ye yenildi...
‘REFERANDUM İLE HALKTAN DESTEK İSTENDİ’
E.M.: Evet, evet. Şöyle olmuştu: O müzakere sürecinde Ulusal Parti ülkeyi yönetiyordu. Müzakerelerin yürütülmesi konusunda geniş bir destek oluştuktan sonra dönemin Devlet Başkanı De Klerk, bu konudaki halk desteğini güvence altına almak amacıyla bir referanduma gitti. Referandumda, başlatmış olduğu açılım için oyların yüzde 50’sini biraz geçen bir oranla gereken desteği almayı başardı. Sonuç olarak demokrasiye yolu açan asıl müzakereler bu referandumdan sonra başlatıldı.
O dönemde ayrıca geçici bir anayasa hazırlanıp meclisten geçirildi. O geçici demokratik anayasa, kurulacak ulusal birlik hükümetine, yeni bir anayasa hazırlama görevini veriyordu. Bahsi geçen ulusal birlik hükümeti, 1994’teki ilk özgür seçimlerden sonra kurulan hükümetti. Bu ulusal birlik hükümetinin başkanı ise Nelson Mandela idi. 1994’te üstlendikleri yeni anayasa görevini 1996’da tamamladılar. Yani, bir anayasa kurulunu oluşturdular ve bu kurul nihai anayasayı tasarladı.
Sormak istediğim aslında şuydu: Ulusal Parti, müzakere sürecinde kendi seçmenleri arasında destek kaybına uğradı mı?
E.M.: Evet, çünkü onların seçmenleri arasında da devletin bir teröristle görüşemeyeceğini düşünen insanlar vardı. Destek kaybına uğradıkları doğru. Bundan dolayı, müzakerelere karşı olan Muhafazakar Parti’ye geçenler oldu. Ama bir bütün olarak bakıldığında, referandumda oyların yüzde 50’sinden fazlasını aldıkları dikkate alındığında, gereken halk desteğini kazandıkları görülür.
CODESA görüşmelerinin ikincisi Mayıs 1992’de gerçekleştirildi...
E.M.: Mandela’nın devlet kaynaklı şiddet nedeniyle görüşmelerden çekilmesinden sonrasına denk geliyor bu süreç. Görüşmeler, Goldstone komisyonunun raporundan sonra yeniden başlatıldı. İki taraf da görüşmelere yeniden başlanması gerektiğini düşünüyordu, çünkü her iki taraftan da müzakereleri sabote etmeye çalışan güçler vardı. CODESA 2, yani müzakereler çerçevesindeki ikinci geniş kurul toplantısı o zaman yapıldı.
O dönemde çok büyük bir katliam düzenlendi...
E.M.: Evet. Aslına bakılırsa müzakere süreci boyunca, ta başından itibaren çok yoğun şiddet yaşanıyordu. Ta o aşamada Chris Hani’ye karşı suikast düzenlendi.
Chris Hani kimdi?
E.M.: Chris Hani, ANC’nin en popüler liderlerinden biriydi. Ona suikast düzenlendi. O suikastı, sağ kanat gerçekleştirdi. Yani müzakerelere başlandıktan sonra bile - yani CODESA’nın 2. aşamasına geçilmişti artık – sürecin sabote edilmesi için yoğun çabalar sarf ediliyordu.
Peki bu şiddet atmosferinde – ki durmayan bir şiddetten bahsediyoruz – bu müzakereleri sürdürmek nasıl mümkün oldu? Zira müzakerelerin başında şiddet iklimini ortadan kaldırma ihtiyacı dile getiriliyordu, ancak bu gerçekleşmedi. Dolayısıyla bir yanda müzakere yürütürken, bir yanda çok yoğun bir şiddet yaşanıyordu, ölü sayısı giderek artıyordu. Bu işi sürdürmek nasıl mümkün oldu? ANC bu konuya nasıl yaklaştı?
E.M.: ANC öncelikle şiddet nedeniyle görüşmelerden çekildi.
Tam olarak ne zamandı bu?
‘AZ KALSIN İÇ SAVAŞ ÇIKACAKTI’
E.M.: Sanırsam 1992 yılıydı. Siyahilerin yaşadığı bölgelere yapılan saldırılar nedeniyle çekildiler. Şiddetin sorumlusu sağ kanat yanı sıra ordu ve istihbarat içindeki bazı unsurlardı. Mandela o zaman görüşmelerden çekildi ve De Klerk’e bu sorunu çözmesi gerektiğini söyledi. De Klerk ardından Goldstone Komisyonu’nu kurdu, onlar raporlarını çıkardı, De Klerk 23 yüksek rütbeliyi görevden aldı ve ardından görüşmelere yeniden başlandı. Görüşmeler yeniden başladıktan sonra süreci sabote etme girişimleri devam etti, Chris Hani suikasti düzenlendi. ANC’nin çok sevilen öncü kadrolarından biriydi. Ve o aşamada Mandela kendi insanlarına seslendi. O dönemde ülke gerçekten bir iç savaşa doğru ilerliyordu. Çünkü Chris’in popülerliğinden kaynaklı siyahilerin öç almak için beyazlara saldırma ihtimali vardı, çünkü Chris’în ölümünden beyazlar sorumluydu. Mandela o dönem kendi insanlarına, öç alma duygularıyla hareket etmeme çağrısında bulundu. İnsanlar onun çağrısına uydu diye düşünüyorum. Ve çözüm bulma ihtiyacının ne denli yakıcı olduğunu hissettiler. Çünkü güvenlik güçleri içinde süreci sabote etmeye çalışan unsurlar vardı. Bundan dolayı konunun hassasiyetini göz önünde bulundurup bir an önce çözüme ulaşmaya yoğunlaştılar. Çözüm ise 1994’te sağlandı. 1993’te geçici anayasa meclisten geçirildi ve bir yıl sonra da ilk özgür seçimler gerçekleştirildi.
Peki bu aşamaya geçmeden önce, sözünü ettiğiniz şiddet iklimine dönmek istiyorum. Normalde müzakere süreçlerinde şiddetin azalacağı, ölü sayısının yükselmeyeceği beklenir. Ama Güney Afrika’da tam tersi bir durum yaşandı. Ve tam da bu süreçte Güney Afrika’da, özellikle siyahilerin yaşadığı bölgelerde öz savunma birlikleri kuruldu. Bu öz savunma güçleri o dönemde nasıl bir rol oynadı?
E.M.: Evet, öz savunma birlikleri örgütlendirildi. Biraz önce devletin kurumları içindeki bazı unsurların gerçekleştirdiği saldırı ve katliamlardan söz etmiştim. Halk içinde müzakere süreci boyunca ordu ve istihbarat güçleri içinde yer alan unsurların, siyahilerin yaşadığı yerlere saldırılar düzenleyebileceği yönde kaygılar vardı. Bu tehlikeye karşı townshiplerdeki insanlar kendilerini öz savunma birlikleri şeklinde örgütledi. Öz savunma birliklerinin amacı, olası bir saldırı karşısında siyahilerin yaşadığı bölgelerdeki insanları korumaktı. Ve her bir saldırı gerçekleştirildiğinde öz savunma birlikleri halkı savunuyordu ya da savunmaya çalışıyordu.
Bu öz savunma birliklerinin elemanları ANC üyelerinden oluşmuyordu, değil mi? Sivil insanların örgütlenmesiydi...
E.M.: Çoğunlukla, siyahilerin yaşadığı bölgelerin sakinlerinden oluşuyordu.
Evet. Yani aktif savaşçılardan bahsetmiyoruz...
E.M.: Hayır, hayır. Aktif savaşçılar değildi. Townshiplerde yaşayan insanlardı. Kendi güvenliklerini alıyorlardı. Ve bu öz savunma birlikleri farklı siyasi fraksiyonları da kapsıyordu. İçlerinden PAC’liler de vardı, ANC’liler vardı, SACP’liler vardı. Farklı örgütlerin sempatizanları bu birliklerde yer aldı.
İki tarafın da müzakere ihtiyacının farkında olduğu aşamada kalmıştık. Süreç sonra nasıl bir ilerleme gösterdi.
‘TARAFLAR MÜZAKERE İHTİYACINI HİSSETTİ’
E.M.: Sonra şöyle bir şey oldu: ANC, ülkeyi ve müzakereleri istikrarsızlaştırmaya çalışan unsurların farkındaydı. De Klerk ise kendi ordusu ve istihbarat servisi içinde sözünü ettiğim saldırılardan sorumlu unsurların bulunduğunu başta kabul etmek istemedi. Goldstone komisyonunun raporunu aldıktan sonra bu gerçeği kabul etti ve bahsettiğim 23 yüksek rütbeliyi görevden aldı. Bu gelişmelerden sonra her iki taraf da müzakereleri sürdürme ihtiyacını yakıcı bir şekilde hissetti. Ve bu noktadan sonra gelişmeler çok hızlı bir şekilde ilerliyordu. Taraflar örneğin geçici anayasanın meclisten geçirilmesi için karşılıklı olarak tavizlerde bulundu.
Müzakereler, Mandela serbest bırakıldıktan sonra başladı. Serbest bırakıldığı gün yanında siz de vardınız. O günün atmosferine ilişkin neler söyleyebilirsiniz?
E.M.: Büyük bir çoşku, büyük bir heyecan vardı. Serbest bırakılacağını biliyorduk. Ancak ne zaman bırakılacağını bilmiyorduk. Bırakıldığı Pazar gününden önceki gün, yani Cumartesi öğrenmiştik bir gün sonra bırakılacağını. İnsanlar dolayısıyla hazırlık yapamamıştı. Hatta bundan dolayı tahliye gününün biraz ertelenmesini istiyorlardı ama De Klerk buna karşı çıkmıştı. Bundan dolayı sadece kitlesel bir karşılanma için hazırlık yapıldı. Onu ilk başta Johannesburg’a göndereceklerdi. Oradan serbest bırakılacaktı. Ama Mandela karşı çıkıp, Cape Town’da cezaevinden çıkmakta ısrar etmişti. Şehrin merkezindeki belediye binasının önündeki büyük meydanda kitlesel bir karşılama yapıldı. Bazı lojistik sorunlar da vardı, onları bir şekilde çözmeyi başarmıştık. Çok büyük bir insan kalabalığı o gün o meydana gelip Mandela’nın özgürlüğünü kutladı.
Ve 4 yıl sonra Güney Afrika’nın Devlet Başkanı olmuştu. Bu aslında çok kısa bir süre. Seçim sonuçlarının açıklandığı günü insanlar nasıl yaşadı?
E.M.: Güney Afrika Devlet Başkanlığına seçilmiş olmasından ötürü çok büyük bir sevinç, coşku yaşadılar. Ama sevinçleri, coşkuları sadece bununla ilintili değildi. Yıllar boyu ödemiş olduğu bedellerden, siyahi halkının özgürlüğü ve Apartheid rejiminin sonu ile sonuçlanan müzakerelerin başlamasında oynadığı belirleyici rolden ötürü çok büyük bir sevinç yaşandı o gün. O görüşmelerin başlatılmasındaki inisiyatif Mandela’ya aitti. Ve sanırsam sadece Güney Afrika’daki insanlar değil, dünyanın dört bir yanındaki insanlar o gün, Mandela’nın barışçı bir çözümü sağlayarak, Apartheid sisteminden demokrasiye geçişteki rolünü kabul etti.
Programın başında, Öcalan’ın avukatlarıyla yapmış olduğu son görüşmenin notlarından bir bölümü aktardım. Orada kendi durumunu Mandela’nın konumuna benzetiyor. Mandela’nın o dönemki avukatı olarak müzakere sürecinin tanıklarındansınız. Abdullah Öcalan’ın bugünkü durumu ile Mandela’nın o dönemki durumu arasında hangi benzerlikleri görüyorsunuz?
‘ÖCALAN VE ERDOĞAN’I NOBEL'E ADAY GÖSTERİRİZ’
E.M.: Öcalan ile Mandela arasında çok sayıda benzerlik var. İkisine yüklenilen suçlamalara bakıldığında da ciddi benzerlikler görülür. İkisi de ömür boyu hapse mahkum edildi. İkisinin kaldığı cezaevi de bir adada. İkisi de cezaevinden devletle görüşmeler başlattı. Mandela 27 yıl cezaevinden kaldıktan sonra serbest bırakıldı ve bu diyalog sürecini dışarıda devam ettirdi. Abdullah Öcalan 12 yıldan beri tutuklu ve bir çözüm potansiyelinin olduğu aşamaya henüz gelinememiş. İnsan son 12 yıldaki Türk hükümetlerinin, özellikle de Erdoğan başkanlığındaki hükümetin yaklaşımına baktığında bu görülüyor. Duruma bakıp, Güney Afrika ile bugünkü Türkiye arasında bir karşılaştırma yapacak olursak: Erdoğan’ın bugün, Kürt meselesinin barışçı çözümü için gereken koşulları yaratma imkanına sahiptir. Ve bu fırsatı değerlendirmezse, bu fırsat bir daha asla eline geçmeyebilir. Ve adını tarihe yazdıramayacaktır. Mandela ve De Klerk adlarını tarihe geçirebildiler. Erdoğan, Kürt meselesinin çözümü için gereken koşulları sağlamazsa, o zaman De Klerk’ten önce Devlet Başkanı olan Botha ile aynı kaderi paylaşacaktır. Botha, sorunun barışçı çözümü uğruna, Apartheid’den demokrasiye geçiş için nehrin öbür tarafına geçmeyi göze almadı. O cesareti göstermedi. Ve bundan dolayı bugün adı artık telaffuz edilmiyor, kimse ondan olumlu anlamda bahsetmiyor. Ve sanırsam sonra hep bunun pişmanlığını yaşadı. De Klerk devlet başkanlığına geçer geçmez inisiyatifi eline aldı. Tek uygulanabilir yolun, siyasi tutsakların serbest bırakılması, siyasi davaların tümünün düşürülmesi, sürgündekilerin ülkelerine dönmesine izin verilmesi ve müzakere masasına oturup sorunları çözmek olduğunun farkındaydı. Hem de Klerk, hem de Mandela o dönem aldıkları inisiyatiften ötürü 1992 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler. Ve söz veriyorum, Erdoğan bu imkanı değerlendirirse, nehrin öbür tarafına geçmeyi göze alırsa, biz Güney Afrikalılar hem Kürt halkının meşru lideri olan Abdullah Öcalan’ı hem de Türk halkının meşru lideri olarak Erdoğan’ı birlikte Nobel Barış Ödülü için aday göstereceğiz. Biz Güney Afrikalılar olarak bunu yaparız.
Abdullah Öcalan’ın heyetle görüşmelerini takip ediyordunuz. Bu görüşmelerin sona ermiş olma ihtimali yüksek; bir buçuk ayı aşkın bir süre avukatlarıyla görüşmesine izin verilmediğinden dolayı net bilgi yok. Ancak Öcalan, heyetle son kez görüşüp pozisyonunu açıklayacaktı. Şimdiye kadar yürütülmüş olan görüşmelere baktığınızda, nasıl bir nitelik biçiyorsunuz? Görüşme mi, ön görüşme mi, diyalog mu, müzakere mi dersiniz?
E.M.: Bana göre müzakere aşamasına henüz ulaşılmadı. Şimdiye kadar bir nevi görüşmeler hakkında görüşmeler yapıldı. Görüşmeler başlatma konusunda bir uzlaşıya varmış olsalardı ve iki tarafta da, yani hem Abdullah Öcalan hem de Türk hükümet tarafında, Kürt meselesini şiddetle değil, barışçı yollardan çözmeye çalışacaklarına dair kesin ve açık bir karar alınmış olsaydı, işte o aşamada asıl müzakere süreci başlamış olurdu.
Ve sanırsam tam da böyle bir aşamada, görüşmelerin müzakerelere evrilebileceği bir noktada devlet kaynaklı şiddet devreye girdi. Zira Abdullah Öcalan ile heyet arasında bir protokol oluşturulmuştu. Ancak bu protokol Erdoğan veya AKP hükümeti tarafından kabul edilmedi. Dolayısıyla bu görüşmelerin müzakereye evrilebileceği bir aşamada görüşmeler durdu.
E.M.: Evet, çok doğru.
Kürt İnsan Hakları Eylem Grubu başkanı olarak hazırladığınız ve geçen ay yayınlanan Kürt sorununa çözüm raporunda, mevcut çözümsüzlükten çıkış için bir takım tavsiyelerde bulunmuştunuz. Ki Kürt siyasi hareketi de bugün, mevcut şiddet ve savaş atmosferinin sona erip, müzakerelerin başlamasını talep istiyor. Raporunuzda Kürt tarafına yönelik tek bir tavsiye yoktu. Sıraladığınız bütün tavsiyelerin muhatabı Türk hükümetidir. Sizce bugünkü durumun değiştirilmesi, müzakere yolunun açılması için ne yapılmalı? Taraflar üzerine ne düşüyor?
‘HÜKÜMET SÜRECİ SAHİPLENMEDİ’
E.M.: Erdoğan’ın başbakanlığından önce de Abdullah Öcalan ile görüşmeler gerçekleştiriliyordu. Bu görüşmeler, devlet temsilcileriyle yapılıyordu. İstihbarat da içinde yer alıyordu. Ama neden sonuç alınmadı? Hangi ayak eksik bırakıldı? Dönemin hükümetleri, bu görüşmeleri sahiplenmedi. Üzerlerine düşeni yerine getirmediler. Ben burada özellikle de günümüz hükümetini, yani AKP hükümetini kastediyorum. Görüşmeler yapılıyordu, ama görüşmelerin statüsü, niteliği ile ilgili kimsenin bilgisi yoktu. Heyetlerin kime rapor sunduğunu bilmiyoruz. Görüşmelerin amacının ne olduğunu bilmiyoruz. Ve gerçek müzakerelere geçilmesi için Erdoğan’ın bu süreci sahiplenmesi gerekirdi. Ya da bakanlarından birini Öcalan ile resmi düzeyde görüşmek için görevlendirmeliydi. Ve bu görüşmelerin meclise rapor edilmesi gerekirdi. Bunların hiç biri olmadı. Ben, Erdoğan’ın 12 Haziran seçimlerinden sonra bu süreci sahipleneceğini düşünüyordum. Beklentim, meclisi konuyla ilgili bilgilendireceği, bazı taahhütlerde bulunacağı ve gerçek müzakerelerin başlayacağı yöndeydi. Ancak süreç hiçbir zaman bu noktaya kadar ilerleme gösteremedi.
Sizce bu aşamada Kürt tarafı ne yapabilir?
E.M.: Aslında Kürtlerin bu aşamada yapabileceği pek bir şey yok. Çünkü Kürtler defalarca sorunu müzakere yoluyla çözmek istediklerini ortaya koydular. Sadece bu da değil. Aslına bakılırsa Kürtler, mücadelenin başlangıcından bu yana geçen süre içinde taleplerini de düşürdü. Defalarca tek taraflı ateşkes ilan ettiler, eylemsizlik kararlarını verdiler. Ve bütün bunlar, görüşmelerin yapılabilmesi için gereken iklimin sağlanması içindi. Ne yazık ki Türk hükümeti, Kürt halkının bu teklifine olumlu yanıt vermiyor, bu büyük fırsatı değerlendirmiyor. Bu gerçekten çok kötü bir durum. Kürt halkının yaklaşımlarına bile gereken anlamı veremiyorlar. Ve bence Ortadoğu’daki durum açısından da çok hayıflanılacak bir durum bu. Türk hükümeti, Kürt meselesini çözme zamanının geldiğini hala algılamış değil. Türkiye ancak Kürt sorununu çözerse, Ortadoğu’daki diğer sorunların çözümünde rol oynayabilir.
Ve o zaman Türk halkı Kürt halkı ile birlikte bütün Ortadoğu’daki sorunlara barışçı bir çözümde öncülük edebilecek kadar güçlü bir konuma yükselebilir. Ortadoğu’daki en güçlü halkların başında yer alabilirler.
Öcalan’ı Kürt halkının meşru lideri olarak isimlendirdiniz...
E.M.: Öcalan’ın doğrudan içinde yer almadığı bir çözüm, gerçek bir çözüm olamaz. Öcalansız bir çözüme inanmıyorum. Ama Öcalan’ın da çözümde rolünü oynayabilmesi için serbest bırakılması gerekiyor. Sürgündekilerin hepsinin dönmesi gerekiyor. Yasaklı bütün örgütler üzerindeki yasağın kaldırılması gerekiyor. Ancak o zaman, gerçek müzakereler için gereken iklim oluşturulabilir. Ve böylesi müzakerelerin sonucunda ne çıkarsa çıksın, önemli olan hem Kürt halkının hem de Türk halkının bu sonucu kabullenmesidir.
Sayın Moosa, programımıza katıldığınız için çok teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder