‘Türkiye Türklerindir’ (Hürriyet) gazetesinin Almanya’daki ‘kardeş’ yayını Bild Zeitung, geçtiğimiz günlerde şok şok şok(!) haberlere imza attı. 2.7 milyon satan Bild, “özel” bir haberinde İçişleri Bakanlığının yaptırdığı “şok araştırma”nın sonuçlarını - araştırma yayımlanmadan bir gün önce - şöyle duyurdu: “İçişleri Bakanı radikal müslümanları uyarıyor”... “Genç müslümanlar entegrasyonu reddediyor”... “Multikulti-illüzyonu boşa çıktı”...
“Genç müslümanların Almanya’daki yaşam dünyaları” başlıklı araştırmayla ilgili ilk haberi yayımlama hakkı bakanlıkça Bild’e verilince, doğal olarak ‘haberciliğine’ pek de yorum gerektirmeyen bu yayın, araştırmaya dönük medyadaki tartışmaların yönünü de belirlemiş oldu: “Gerçek şu: Almanya’daki beş müslümandan biri
entegre olmak istemiyor! Alman pasaportu olmayan genç müslümanlar daha radikal sayılıyor. Onların dörtte biri her türlü entegrasyonu reddediyor, eğilim olarak şiddete hazır ve batı değerlerine itiraz ediyor.”
Son günlerde hemen hemen bütün yayınlarda konuyla ilgili haberler bulmak mümkündü. İlginç olansa, siyasetçilerin demeçlerle katıldığı bu tartışmanın, tamamen Bild tarafından çarpıtılarak verilen tezler üzerinde yürümesi. Anlaşılan, onlardan hemen hemen hiçbiri konuya ilişkin açıklama yapmadan 764 sayfalık rapora bakma zahmetinde bulunmadı.
Jena, Weimar ve Linz Üniversitelerinden bilimcilerin 3 yıl üstünde çalıştığı bu araştırma yöntem, çerçeve, inceleme konusuna teorik yaklaşım, temsil edebilirlik vb. açılardan eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulabilir. Örneğin esas alınan entegrasyon konsepti eleştirilmeli. Yine bu araştırmanın kime veya neye hizmet edeceği sorgulanmalı. Bu açıdan bilimin iktidara mı topluma mı hizmet ettiği sorunsalı için bir örnek de oluşturabilir.
Fakat bunun ötesinde araştırma raporunu - kısmen - okurken Bild ve diğer ana akım medyadaki haberlerin aslında raporun içeriğini hiç de yansıtmadığını gördüm. Olduğu gibi altına imza atmam ama Alman “çoğunluk kültürü”ne mensup olanların, müslümanların entegrasyonundan söz ederken aslında asimilasyonu kastettiği vurgusunu önemli buluyorum. Sonuç kısmında da önemli tespitler vardı. Örneğin kültürel kimliğe gömülü dindarlık ile radikalleşme arasında doğrudan bir bağa rastlanılamadığı belirtiliyor. Yine Alman, Arap ve Türk televizyonlarında Müslümanlarla ilgili haberler analiz edilirken, 11 Eylül saldırıları bağlamında haberciliğin paradigmatik rolüne vurgu yapılıyor.
Rejimlerin, mücadele sonucu kazanılan hak ve özgürlükleri - çok da tepki çekmeden - toplumun elinden alabilmek için reel olmayan tehditler inşa ettiği, bilinen bir durum. Bismarck Almanya’sında ta 1878 yılında sol/sosyal demokrat parti ve sendika faaliyetlerini yasaklayan, örgütlü işçilere karşı sürek avını başlatan ‘Sozialistengesetz’ yasası, ‘komünistler’le ilgili ‘temel tehdit unsuru’ algısı yaratıldıktan sonra meclisten geçirildi. 21. yüzyılın başındaki, hak ve özgürlükler kıyımı anlamına gelen ‘güvenlik politikaları’ ise ‘İslamcı terör’ ve genel olarak müslümanlara karşı ‘duyulan’ (daha doğrusu ‘inşa edilen’) korku ile meşrulaştırılıyor.
Özellikle siyasi iktidara mensup politikacılar - zaman zaman faşizme varan - popülist söylemleri ile bu korkuyu beslemeye devam ettiği müddetçe demokratik bir toplumdan söz edilemez. Ancak buna karşı - üstten uluslaşan - Alman toplumundaki egemenlikli zihniyeti problematize etmeden, sorgula(t)madan “İslam Almanya’nın bir parçasıdır” demenin pek bir kıymeti olmadığı gibi, ‘multikulti toplum’ söylemleri de samimi olamaz.
* * *
Not: Geçen haftaki Almanya Gündemi’nde Sol Parti’nin cumhurbaşkanlık adayı Beate Klarsfeld’in Nazilere karşı mücadelesini vurgulamıştım. Ancak şu hususu gözden kaçırmıştım: Özellikle de Alman solu açısından ciddi bir sorun teşkil eden ‘antifaşist argümanlarla emperyalizm savunuculuğuna düşme’ hastalığı maalesef Klarsfeld için de geçerli. 3. Reich Almanya’sında Nazilerin soykırımına maruz bırakılan Yahudiler ile dayanışma, onlara yaşatılan korkunç acılara saygı, solcular için İsrail rejiminin savunuculuğu anlamına gelemez diye düşünüyorum. Çünkü Yahudi halkının acılarını yüreğinde hisseden, bugün İsrail devletinin verdiği acıları da hissedebilmeli.
http://www.yeniozgurpolitika.com/index.php?rupel=nivis&id=1313
Özellikle de Alman solu açısından ciddi bir sorun teşkil eden ‘antifaşist argümanlarla emperyalizm savunuculuğuna düşme’ hastalığı maalesef Klarsfeld için de geçerli. 3. Reich Almanya’sında Nazilerin soykırımına maruz bırakılan Yahudiler ile dayanışma, onlara yaşatılan korkunç acılara saygı, solcular için İsrail rejiminin savunuculuğu anlamına gelemez diye düşünüyorum. Çünkü Yahudi halkının acılarını yüreğinde hisseden, bugün İsrail devletinin verdiği acıları da hissedebilmeli.
YanıtlaSilah mağdur muktedir olduğunda dahi o mağduriyetinin ekmeğini yiyor faşistçemi düşüncem bilemedim ama TR de ırkçılık bile ''galeyana'' gelen mağdurlara dönüşebiliyor rahatlıkla..Oysa gerçekte hak ihlaline uğrayanların (özellikle mağdur demiyorum) böyle galeyana geldiği görülmemiştir..içim sıkıldı dökeyim dedim selam olsun insanlık onurunu dert edene ...