Doğu'nun en batısında, bir başka ama görünmez 'serxet'te, bazılarımızın deyimiyle 'asimilasyon'a en yakın noktada ya da en yeni adıyla 'Tolhildan'da yaşıyor olmasına rağmen, her yönden ötelenmiş, ötekileştirilmiş 70 küsur yıllık yaşamında hâlâ "eee nassın" dışında tek bir Türkçe kelime bilmeyen nenem, dilini vererek analık ettiği torununa bir gün "eee nassın, qurban" sorusunu bozuk bir plak gibi tekrarlayıp duracağını bilemezdi tabii...
O zamanlar, 1980'lerin başı; belalı 70'lerden sonrası yani. Belalı ki, vaktiyle Ermenilerin Çiyayê Korik'in eteklerinde kurduğu 'Eskiköy'ü sel basınca, katliamdan sonra buraya yerleştirilen Kürtler biraz daha aşağıya, asfalt yolun kenarına taşınmak zorunda kalır. Asıl felaketten 60 yıl sonra gelen o sel felaketi, belki de doğanın gecikmeli olarak kestiği bir cezaydı; kim bilir!.. O cezayı ödeyenler ise yine mazlumlar oldu. Bizimkiler, selden kurtarabildikleri birkaç parça eşya ile Adana karayolunun tam kenarına, hâlâ sağlam yolları olmayan köyün doğusunun en batısına, Çiyayê Korik'e en yakın noktaya iki katlı bir ev kurdular yokluktan. O yıllarda, oğlunun eşgali arananlar listesinde olduğundan, kulağını radyodan ayırmayan dedem, binbir emekle inşa ettiği evin kenarına dikilen ve daha sonra gözaltına alıp işkence görmesine neden olan o kavak dizisinin bir gün mezarı olacağını bilemezdi.
70'lerin sonunda yeni bir sel felaketi gelip, bu kez bütün bir ülkeyi çamurlu sulara gömecekti. Nenem ise o yıl kendi darbesine ağlayacaktı. Davul zurnayla gelen insan seli, kavgacılığından ötürü 'deli' lakabına layık görülen en büyük kızını alıp götürdüğünde, isteyenlere "olsun", anneme ise "kız, sakın evet deme" diyen nenem temel direğini kaybetmişti; üstelik başka bir köye değil, Alamanya'lara...
O güne dek köyünün dışını pek görememiş annem, babamla birlikte '80 yılında, darbeye 5 kala yurtdışına çıkmış. Düğüne ait sayılı Polaroid fotoğraflarındaki sinir-öfke-üzüntü karışımı yüz ifadesini, Alamanya'da çekilen ilk fotoğraflara da yansıtmış olsa da, darbeden tam bir yıl ve 8 gün sonra doğan ilk bebeği ile birlikte kameralara gülümsemeye başlar. Bir iki sene sonra ise, ben gelmişim; Almanların 'schwupsdiwups' dediği bir doğumla, öyle hiç sorun çıkarmadan, hiç fazladan sancı çektirmeden, birden düşmüşün anamın rahminden; anamdan 23 sene sonrasının tam bir hafta öncesinde, saat sabah 9'u 10 geçerken. Anamın deyimiyle, 'sabahçıydım'...
'Sabahçı' bir yaşını doldurduğunda, ilk defa köye gidecektik. Annem o yaz tatiline ait bütün fotoğraflarda ağız dolusu gülüyor. 4 yıl önce gelinliği içinde terk ettiği köyüne bu kez kıpkırmızı bir etekle dönecekti; bir avucunda büyük kızının küçücük eli, diğer kolunda henüz bir yaşındaki küçüğü. Kayısı zamanıydı. Bahçedeki ağaçların gövdesi henüz çok da büyük değildi. Biz üçüncü kuşak ne yazık ki o ağaçlarla birlikte büyüyemedik; ancak yazdan yaza o ağaçların altında oynardık, teyzemin kurduğu salıncakta sallanır veya kimseye görünmeden, bahçedeki 'alaturka'ya kadar tutamadığımız çişimizi yapardık.
Nenem ilk defa torun sahibi olmuştu; bizimle birlikte 'atê'ye ek olarak 'dapîr' eklenmişti adlarına. Ki, çoğu zaman Xanima Kusê idi. Sonra 6 torun daha geldi. İkisi şimdi yanında; 'g' harfini telaffuz edemediği için "tez jiiit, tez jeeeel" diyen İlhan ile, yine abisinin alfabeyi kendine göre okumasından dolayı adı 'Maho' kalan Vahap. Nenem onlarla Kürtçe konuşsa da, onlar Türkçe cevap veriyor; ama hiç olmazsa ne dediğini anlıyorlar.
İlk köy tatilimizden döndükten bir süre sonra çocuk doktoru, bacaklarımın eşit uzunlukta olmadığını, hatta bir bacağımın gelişmediğini ve diğerine göre ince olduğunu fark eder. Bir çeşit çocuk felci; kemikler yeterince gelişmiyor, güçlenmiyor. Doktor öncelikle kemiklerin güçlenmesi için güneşin daha bol olduğu bir yere götürülmemi önerince, bizimkiler de çareyi beni köye götürüp, orada bırakmakta bulur.
O zamana ait çok az şey hatırlıyorum. Ama nenemin beni sırtına alıp, bir öne bir arkaya eğilerek söylediği şu tekerlemeyi, bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, hiç unutmadım:
"Nîskê, nokê, çamirçokê, sargilokê
Maral çirtan dizî, Sirma gû gavizî..."
Köydeki hayatın diğer adı yoksulluktu. Tek gelir kaynağı bahçedeki sayılı kayısı ağaçları ve davar idi. Ordan elde edilen gelir de ancak midelerin doymasına ve zorunlu ihtiyaçların, özellikle de okul paralarının karşılanmasına yetiyordu. Teyzemin, ödevlerini yaparken kurşun kalemini, erken bitmesin diye, çok hafifçe tutup yazması hâlâ gözlerimin önünde. O dönemde keçimiz veya ineğimiz yoktu. Benim ise, kemiklerim güçlensin diye bol bol süt içmem gerekiyordu.
Nenemi hep gururlu bir kadın olarak bildim. Gençliğinde çok güzel olduğu söylenir. Gençlik yıllarına ait fotoğrafları yok, hatta en eski fotoğrafı bile öyle çok da eski sayılmaz. Fakat fiziki yapısının köydeki diğer kadınlardan farklı olduğu hemen göze çarpar. Şimdi kambur olduğundan, elindeki değneği ile hep eğilerek yürür, kendini doğrultamıyor artık. Ama bu haliyle bile ince, uzun boylu olduğu görülür. Annemin dayısı esmerdir, teyzesi ise tipik bir Malatya kadını; al yanaklı, orta boylu ve biraz da iridir. Bembeyaz teniyle nenemin fiziki yapısında ise belki de Ermeni genler basınç gelmiştir.
İşte bu gururlu kadın, torununa içirmek için komşuların kapısına gidip süt istediğinde, tasın içindekinin yarısının su olduğu besbelli olmasına rağmen fark etmemiş gibi yaparken, kendini ne kadar ezik ve çaresiz hissetmiştir, kim bilir... Yıllar sonra, artık sütle aram tamamen bozulduktan sonra, nenem gecenin bir vakti, ki onun için sabahtı, keçisini sağarak elde ettiği bir bardak sütü adil bir şekilde evde bulunan herkese paylaştırmak için beni uykudan uyandırdığında, ısrarlarına en son kızarak "Nene, ez şîr hez nakim" dememle yüzünde oluşan o hüzünlü bakışı hiç unutmam. Annem, kendisine bunu anlattığımda, "Zehir de olsaydı içmen gerekirdi" demişti. Haklıydı. Sağacak hayvanı olmadığından, torunu iyileşsin diye kapı kapı dolaşarak süt isteyen bu yaşlı kadının yıllar sonra tek keçisinden sağdığı o azcık sütü, o birkaç yudumu içmem gerekiyordu; içmedim. Ve daha da kötüsü, belki çok basit gibi görünen ama kendi hikayesi içinde başka anlamlar taşıyan bütün bunları algıladığımda, yarısı suyla doldurulmuş tasları hatırladığımda ve nenemin yüzünde üzüntünün izleri hâlâ durduğunda, kendimi anlatamadım ona. "Nenem, affet beni" diyemedim. Çünkü onun bana verdiği dili kaybetmiştim çocukluğumun bir gününde. Hangi arada yitirdiğimi bilemiyorum, birden yok olmuş dilim. Hani, bir şeyi hiç farkında olmadan kaybedersiniz ya, lazım olduğunda bulamayınca anlarsınız kaybettiğinizi; öyle bir şey... Alamanya'lara döndüğümde Kürtçe dışında dil bilmezken, sonraki yıllarda köye gittiğimizde nenemin söylediklerini anlamaz oldum. Daha sonra ise o beni anlamaz oldu. "Neke" diyorum ona. Anneme bakıp, "Kaçik diwê çi" diye soruyor. Sonra, "Nene, maka" diyorum. "Haaa" diyor o da; anladığını ifade etmek için.
Belki de ufakken suyla karıştırılmışından bolca içtiğimden, bugün artık hiç içemediğim süt, bende hep nenemi çağrıştırır. Ahırın mutfağa açılan kapısından içeri girdiğinde elinde tuttuğu bakır kovadaki sütü bir kumaş parçasından süzmesi aklıma gelir. O azıcık sütü defalarca süzerdi. Sonra o incecik bedenini örten bembeyaz teni aklıma gelir. Ve bir de saçları...
Bizim oralarda kadınlar yaşlandıktan sonra saçlarını pek uzatmaz, genelde kısa keserler. Bir de kına yakarlar. Nenemin saçı ise uzundur. Fare kuyruğu misali incedir. Ondan dolayı, örük yaptığında saçlarının arasına mor renkli ip örer. Genelde kofî veya üstten siyah bir örtü taktığından saçı görünmez ama küçükken örükleri arasındaki o ipleri gerçek saç sanırdım. Sanıyordum ki, nenemin saçı yarı beyaz yarı mor. Epey bir zaman geçtikten sonra, bir gün nenem banyo yaptığında fark ettim; o mor saç sandığımın ip olduğunu.
Oturma odasına kurulan sobanın kenarına oturup, eşarbını kucağının üstüne açtı. Yavaşça, elindeki sarı plastik tarakla taramaya başladı saçını. Tarağı her saçından geçirdiğinde, tarağa takılan saç tellerini eşarbın üstüne bırakıyordu. Dakikalarca taradı o azıcık saçını. Ta ki tek bir saç teli tarağa takılmayana kadar. Sonra eliyle eşarbın üstünden daireler çizip dökülen saçlarını topladı. Ardından da titizlikle şalvarına ve oturduğu yere bakıp, yerde saçın kalıp kalmadığını kontrol etti. Tek bir telin bile yere dökülmediğinden emin olduktan sonra ise, elindeki saçları ateşe attı. Ateşe atıp yaktı, çünkü inancına göre saçın kötü niyetlinin eline geçmesi hayırsızlığa vesile olabilir. Bundan dolayı ya yakılır ya da evin duvarlarındaki çatlaklara sıkıştırılır.
Bir zamanlar tahta bir tarağı varmış nenemin; bir tarafındaki dişler ince, diğer tarafındakiler aralıklıymış. Önce geniş dişli tarafıyla tararmış saçını, sonra ise ince ve sık dişli tarafıyla. Bir gün kırılmış ya da kaybolmuş o tarağı. Nenem çok üzülmüş. Sonra alışmış saçını plastik tarakla taramaya. Tekrardan tahta bir tarağı olsa, değse süt beyazı uzun saçlarına, geri getirir mi zamanı, kaybolan dilimi...
MERAL ÇİÇEK
29 Ocak 2011'de PolitikART'ta yayınlandı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder