22 Tem 2011

Kültürel soykırım nasıl 'sansürlendi'?

Uluslararası hukuk, kültürel soykırımı yargılayarak cezalandıracak sağlam bir mekanizmadan yoksundur. Kültürel soykırım en az biyolojik veya fiziki soykırım kadar etkili olmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki temel güçler kültürel soykırım suçunun Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin dışında bırakılması konusunda uzlaştı. Zira, bu ulus-devletlerin çoğunun dosyası bu konuda temiz değildi. ‘Soykırım’ kavramı, yazılı tarih kaynaklarında ilk olarak, Alman şair August Graf von Platen tarafından 1831 yılında kaleme alınmış olan ‘Geleceğin kahramanı’ şiirinde geçiyor. 1796-1835 yılları arasında yaşamış olan von Platen, söz konusu şiirin de parçası olduğu ‘Polonların Şarkıları’ başlıklı edebi çalışmasında Avusturya, Prusya ve Rusya’nın Polonya’yı parçalayıp, kendi aralarında paylaşmasına şair kimliğiyle itiraz eder. Özellikle Rusya’nın baskı ve bastırma politikasının cezasız kalmamasını isteyen şair, lirik eserinde Rus İmparatorluğu için şöyle der: “Artık bir tek katletmeye bakan ve meydan savaşına değil / Soykırıma!“ (“Die nur des Mords noch pflegen, und nicht der Schlacht,/ Des Völkermords!“) August Graf von Platen, böylece soykırım kavramını yazılı tarih kaynaklarına geçiren ilk kişi olur. Ancak bu kelimeyi ilk kullanan da kendisinin olup olmadığı konusunda bilgi yok. Şiirin orijinalinde geçen ‘Völkermord’ kelimesi doğrudan çevrildiğinde, ‘halk cinayeti’ gibi bir sonuç çıkıyor. Bu kelime bir kaç yıl sonra, başarısız sonuçlanan 1848 Devrimi’nde, 24 Temmuz 1848’de Frankfurt Paul Kilisesi’nde Doğu Prusyalı milletvekili Carl Friedrich Wilhelm Jordan tarafından da Polon halkına yönelik kullanılır. 1848-1849 yılları arasında ilk Alman meclisinin toplandığı mekan olan kilisede Polon sorunu ile ilgili yapılan tartışmada Jordan şunları söyler: “Bu fetihin son perdesi, Polonya’nın bölünmesi, isimlendirildiği gibi bir soykırım değildi. Önceden gerçekleşen bir ölümün ilanıydı sadece; yaşayanlar arasında daha fazla kabul edilemeyen çürük bir cesedin gömülmesiydi.“


Soykırım kavramının doğuşu

Yazılı kaynaklarda ilk olarak Polon halkı ile ilgili olarak geçen ‘soykırım’ kelimesinin daha sonra bir Polonyalı tarafından kavramlaştırılması bu anlamda dikkat çekici. Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin (1900-1959) 1933’te yazdığı ‘Barbalık ve Vandalizm Suçu’ başlıklı makalesinde, soykırımı uluslararası hukuka aykırı bir suç olarak betimler. Ancak makalesinde ‘soykırım’ kavramını henüz kullanmaz. O dönem Varşova’da savcı olarak çalışan ve Polonya Uluslararası Hukuki İşbirliği Komisyonu sekreteri olan Lemkin, sözkonusu makalesinin bazı bölümlerini Ekim 1933’te İspanya’nın başkenti Madrid’te yapılan Beşinci Ceza Hukukunu Birleştirme Konferansı’na sunar. Ermeni Soykırımı’na dayanarak geliştirdiği ve konferans bileşimi tarafından reddedilen önerileri şöyle: Madde 1: Irksal, dini veya sosyal bir topluluğa karşı nefretten dolayı veya o topluluğun yok edilmesi için sözkonusu topluluğa bağlı insanların hayatına, sağlığına, özgürlüğüne, onuruna veya ekonomik varlığına karşı suç işleyen, yaptığı eylemin ceza kanununun daha sert bir yasasına göre daha ağır bir ceza gerektirmediği durumda barbarlık suçu nedeniyle ... süreli hücre cezasına mahkum edilir.

Fail, eylemi ile söz konusu topluluğa üye olmamakla birlikte topluluk ile dayanışma içerisinde olan veya bu topluluğu destekleyen kişileri hedeflemesi durumunda aynı cezaya mahkum edilir. Madde 2: Yukarıda tarif edilen topluluklara karşı nefretten dolayı veya o topluluğun yok edilmesi için onlara ait sanat ve kültür eserleri yok eden, vandalizm suçundan dolayı ... yıl hapis ile cezalandırılır. Madde 3: Yukarıda sıralanan maddelerde ifade edilen suç eylemleri, suçun işlendiği mekan ve failin uyruğundan bağımsız olarak, failin yakalandığı devlet tarafından cezalandırılır.

Hitler faşizmi sonucu bütün ailesini kaybeden ve 1920’li yıllarda Almanya’da hukuk öğrenimini görürken Ermeni soykırımı konusu üzerine araştırmalar yapan Raphal Lemkin, 1943 yılında sürgündeki Polonya hükümeti için, Almanya’nın Polonya’da işlediği suçların cezalandırılması amacıyla bir yasa tasarısı hazırlar ve bu tasarıda Polonca ‘udobójstwo’ (lud = halk, zabóstwjo = cinayet) sözcüğünü kullanır. Bir yıl sonra ABD’de yayınladığı ve en önemli çalışması niteliğindeki ‘İşgal Altındaki Avrupa’da Mihver Devletleri’nin Yönetimi’ adlı kitabında ilk olarak ‘Jenosid’ (genocide) kelimesini kullanır. Bu kavramı, Yunanca ‘genos’ (soy, kavim) ile Latince ‘cidus’ (öldüren) kelimeleri bir araya getirerek oluşturur. Nürnberg Mahkemeleri’nin hukuki temelini oluşturan hukuki analizinde soykırımı şu şekilde tanımlar:

“‘Soykırım’ bir halkın veya etnik grubun imhasıdır... Soykırım, milletin tüm üyelerinin kitlesel kırımlarla yok edildiği durumlar hariç, bir milletin anında yok edilmesi anlamına gelmek zorunda değil. Ulusal bir grubun yok olması niyetiyle grubun zaruri yaşam kaynaklarının yok edilmesi amacını taşıyan çeşitli hareketlerden oluşan örgütlü bir planı ifade eder. Bu tür bir planın hedefi ulusal gruplara ait siyasi ve toplumsal kurumların, kültürün, dilin, milli duyguların, dinin ve iktisadi varlığın tahrip edilmesi ve bu gruplara dahil kişilerin bireysel güvenlik, özgürlük, sağlık, onur ve hatta yaşamlarının yok edilmesidir.

Sadece savaşta değil barışta da soykırım

Soykırım iki aşamada gerçekleştirilmektedir. Birincisi baskı altında tutulan grubun ulusal özelliklerinin imha edilmesidir. İkincisinde gruba bastıranın ulusal özellikleri dayatılmaktadır. (...) Ancak unutmamalıyız ki, soykırım sadece savaş dönemleriyle ilgili bir sorun olmayıp, barış dönemlerinde de söz konusu olur.” 1947 yılına gelindiğinde soykırım artık Birleşmiş Milletler tarafından da uluslararası suç olarak kabul edilir. 21 Kasım 1947’de yapılan BM Genel Kurul toplantısında alınan 180 Nolu kararda “soykırımın uluslararası suç olup, insan ve devlet tarafından ulusal ve uluslararası sorumluluk gerektirdiği” kaydedilir. Bir yıl sonra ise, 9 Aralık 1948’de gerçekleştirilen genel kurul toplantısında 260 Nolu kararla ‘Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ (SSECS) onaylanır. 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren sözleşme, soykırımı şu şekilde tanımlar: “Ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: grubun üyelerinin öldürülmesi, grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşullarının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; [ve] çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi.”

Kültürel soykırım

Raphael Lemkin, soykırımı tanımlarken, sekiz boyuttandan söz eder. Bunlar; siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik, biyolojik, fiziksel, dinsel ve ahlaki soykırım. Bunların arasında önce çıkan soykırım biçimleri ise fiziksel, biyolojik ve kültürel soykırımdır. Fiziki soykırım bir grubun üyelerinin öldürülmesi ve sakatlanması ile grubun somut olarak imha edilmesidir. Bu, hem doğrudan gerçekleştirilebilir, hem de ‘yavaş ölüm’ teknikleri ile (örneğin Nazi kampları). Biyolojik soykırım bir grubun üreme kapasitesini düşürmeyi öngören yöntemleri içerir (örneğin kısırlaştırma veya cinslerin zorla ayırılması). Kültürel soykırım ise bir grubun kültürel kurumlarını yok etmeyi amaçlar. Kültürel soykırım bir çok değişik biçimde gerçekleştirilebilir. Bir grubun dilinin, geleneklerinin, dini kurumlarının ve objelerinin imha edilmesi veya grubun aydınlarına yönelik saldırılar bu kategoriye giriyor. 1948 yılındaki ‘Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde kültürel soykırımdan söz edilmiyor. Halbuki 11 Aralık 1946’da onaylanan BM 96 (1) Nolu kararda soykırım hedefinin ölümcül araçlarla mı, kasti kültürel imha süreci ile mi gerçekleştirildiği arasında ayrım yapılmıyor. Ve 1947 yılın Haziran ayında BM sekreterliği tarafından Uluslararası Hukuk Konseyi’ne sunulan sözleşme taslağında, soykırımın bir biriyle karşılıklı ilişki içinde bulunan üç değişik şekilde (fiziki, biyolojik ve kültürel) uygulandığı yönde bir tanımlama yapılır. Bu nedenle hukuki olarak kültürel varlığın kasten imha edilmesi ile topyekün fiziki imha arasında ayrım yapılmaması gerektiği belirtilir. Taslakta tanımlandığı şekilde kültürel soykırım; “Bir grubun özgül özelliklerinin imhası” ile ilintilidir. Taslakta bu kapsamda ifade edilen uygulamalar arasında bir grubun kültürünü temsil eden insanların şiddetle ve sistematik bir şekilde sürgün edilmesi, ulusal dilin yasaklanması, dini örf ve adetlerin yasaklanması, tarihi ve dini anıtların sistematik bir şekilde tahrip edilmesi de bulunuyor.

‘Kültürel soykırım’a sansür

Kültürel soykırımın sözleşmeye alınmaması bir ihmal sonucu değil, kasıtlı olarak gerçekleşti. Konuyla ilgili yapılan tartışmalarda bir çok devlet temsilcisi kültürel soykırım tanımının fazlasıyla geniş olduğunu söyleyip, Yahudileri gaz odalarında katledenlerle kütüphane kapatanların aynı kefeye sokulduğunu ifade ederler. Bu görüşün sahiplerine karşı bir kesim ise Lemkin’in teorisini savunup, bir halkın fiziki veya biyolojik saldırılar olmaksızın, sırf kültürel kurumlarının yok edilmesi ile de etkili bir şekilde imha edilebileceğini vurgularlar. Sonuç olarak kültürel soykırım kavramının sözleşmeden çıkarılması, ABD ile Sovyetler Birliği’nin uzlaşmasının sonucudur.

Bu şekilde kültürel soykırım suçu ‘Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne alınmazken, genel kurul 19 Aralık 1966 tarihinde ‘Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmesi’ni onaylar. Sözkonusu sözleşme “Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyle halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeleri serbestçe sürdürebilirler” maddesi ile başlasa da, kollektif kültürel haklar konusunda somut belirlemelerden uzaktır.

Uluslararası belgelerde kültürel haklar 

Uluslararası hukukta kollektif kültürel haklar aslında 1980’li yıllarla birlikte şekil almaya başlar. Bu bağlamda 1983 yılında ‘BM Yerli Nüfuslar Çalışma Grubu’nun oluşturulması ve BM’nin yerli nüfuslar için özel bir raportör çıkarması önemli adımlar olarak değerlendiriliyor. Yine BM’ye bağlı çalışan Uluslararası Çalışma Örgütü 1989’de yerli halkların hakları ile ilgili bir sözleşme oluşturur. Sözleşmede kültürel soykırım şu şekilde tanımlanır: “a) Yerli nüfusları, ayrı bir toplum olarak haklarından veya kültürel ya da etnik kimliğinden mahrum bırakan, b) Medya, din, eğitim kurumları, devlet yasaları, idare veya farklı kurum ve yöntemlerle farklı bir kültürün veya yaşam tarzının dayatılması sonucu her türlü şiddetli asimilasyon veya entegrasyon”

Ancak sözleşmeyi onaylayan ülkelerin çoğunlukla Latin Amerikalı olduğuna bakıldığında, bu sözleşmenin de sınırlı bir niteliğe sahip olduğu görülür. Türkiye, AB üyelik müzakereleri kapsamında 15 Ağustos 2000 tarihinde BM Bireysel ve Siyasal Haklar Söleşmesi ile BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ni birlikte imzalamıştır. Söz konusu belgede ‘azınlıkların’ korunması ve ‘azınlık’ haklarının tanınmasını belirleyen hüküm sözleşmenin 27. maddesinde düzenlenmiştir: “Etnik, dinsel ya da dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlıklara mensup kişilerin, kendi gruplarına mensup şahıslarla birlikte, kendi kültürlerini yaşamak, kendi dinlerinin gereğini uygulamak ve kendi dillerini kullanmak hakları yadsınamaz.” BM Genel Kurulu, 18 Aralık 1992’de ayrıca ‘Ulusal ya da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Konusundaki Bildiri’yi kabul eder.
Bildirgede ‘azınlıklar’ için öngörülen haklar özetle;
- Azınlıklara mensup kişilerin kendi kültürünü yaşama,
- Kendi dilini kullanma, dinini öğretme ve uygulama,
- Kültürel, dilsel, sosyal, ekonomik ve kamu yaşantısına etkin bir biçimde katılma,
- Mensup olduğu azınlıkla ilgili karar alma sürecine katılma, kendi derneklerini kurma ve denetleme
- Kendi gruplarına mensup kişilerle veya başka devletlerin uyruğu olan soydaş ve dindaşlarıyla özgürce barışçı ilişkiler içinde bulunma, hakları olarak belirtilmiştir. Yine bu konuda önem arz eden bazı davalar var. Örneğin BM’nin Eski Yugoslavya Hakkndaki Ceza Mahkemesi (ICTY), Sırbistan’ın Müslümanlara ait kütüphaneler ve camiileri yıkmış ve kültürel liderlere yönelik saldırılar gerçekleştirmiş olmasını ‘soykırım kastı’ çerçevesinde değerlendirmiştir.

Kültürel haklar konusunda Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi tarafından oluşturulan belgeler ise daha kapsamlı bir niteliğe sahip. Bunların başında, ‘Ulusal Azınlıkların Korunması Hakkındaki Çerçeve Sözleşmesi’ gelmektedir. 1 Şubat 1995 tarihinde imzaya açılan bu sözleşme, azınlık hakları konusunda önemli hükümler içermektedir. Türkiye, konsey üyesi sıfatıyla hazırlık çalışmalarına katılmış olmasına rağmen, sözleşmeyi imzalamamamıştır. Bu husus, AB üyelik müzakereleri çerçevesinde sıkça dile getirilmiş, Türkiye’nin sözleşmeyi kabul etmesi istenmiştir.

Sonuç

Görüldüğü gibi, uluslararası hukuk kültürel soykırımı yargılayarak, cezalandıracak sağlam bir mekanizmadan yoksundur. Soykırım suçunun uluslararası hukukta yer almasında belirleyici çabalar sarf etmiş olan Raphael Lemkin kültürel soykırımın en az biyolojik veya fiziki soykırım kadar etkili olduğunu vurgulamasına rağmen, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki temel güçler kültürel soykırım suçunun Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin dışında bırakılması konusunda uzlaştılar. Zira, bu ulus-devletlerin çoğunun dosyası bu konuda temiz değildi. Dolayısıyla 60 yıl önce gerçekleştirilen bu uzlaşmanın tersyüz edilmesine acil ihtiyaç vardır; bu konuda bir yaptırım aracının oluşturulması şarttır. Ancak bu eksiğe rağmen hukuki mücadelede değerlendirilebilecek uluslararası sözleşme ve bildiriler mevcuttur.

Aydın bir gelecek için karanlık geçmişle hesaplaşma şarttır. Fakat kültürel kimliğe gelince, söz konusu hesaplaşma kadar bir halkın veya kültürel grubun, kendisini var eden kimliğe sarılması ve bütün engellemelere rağmen yaşatma mücadelesi vermesi de önem arz ediyor. Bütün bilmelerin başında kendini bilme geliyorsa eğer, o zaman kendi iç dinamiklerine dayalı olarak öz kültürünü yaşama ve yaşatma vazgeçilmez bir husustur.

MERAL ÇİÇEK
20 Temmuz 2009'da Yeni Özgür Politika'da yayınlandı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder