24 Tem 2011

'Hayat tecavüz alanlarıyla dolu'

Handan Öztürk Dêrsimli bir yazar ve yönetmen. Yani anlatıcı. Yaşananları algılamaya çalışan, algıladıkça anlatmaya çalışan, anlattıkça da hem dinleten hem dinleyen bir anlatıcı. Aslında kadının anlatıcısıdır. Bazen ‘Anadolu’nun Ana Tanrıçaları’ gibi belgesellerle, bazen ‘Benim ve Roz’un Sonbaharı’ gibi filmlerle, en çok da romanlarıyla: Yalnız Bebekler, Doğu’nun Çıplak Kadınları ve geçen sene çıkan Arumi’nin Rüzgar Gülü. Bir diğer romanı ise, bundan 10 yıl önce yayınlanan ‘Mor Tecavüz’. Gündelik hayatta uğradığımız tecavüzleri anlattığı bu romanından yola çıkarak, Handan Öztürk ile ‘tecavüz kültürü’nü, bu olgunun kapitalizmde kazandığı biçim ve ‘Ben’-’Sen’ ilişkisini konuştuk.


Bundan 10 yıl önce, “bir tecavüz romanı” olarak isimlendirdiğiniz ‘Mor Tecavüz’ adlı romanınız çıktı. Geniş bir tecavüzler örgüsünden bahsettiniz. Tecavüz kavramına nasıl bir anlam biçiyorsunuz? Hayatın hangi alanlarında ‘tecavüz’ ile karşılaşıyorsunuz?
Halkın kullandığı şu laf bence tecavüzün en güzel tanımını yapmaktadır: Hakkıma tecavüz etme! Yani ortada bir hak ve hak ihlali söz konusu. Toplumsal tecavüz ise, iktidar olanın ötekine karşı taşıdığı şizofrenin tezahürüdür. Ötekinin ret ettiğini hakim olanın ona zorla dayatmasıdır. ‘Ben’ ve ‘Sen’ ilişkisinde ‘Ben’ olanın ‘Sen’ olanı tasarrufundaki bir nesne olarak algılamasına dayanır.

Bundan ötürü, ‘Ben’ ve ‘Sen’ ilişkisinin eşit özneler bilinciyle algılanmadığı, bu algı üzerinde bir diyalogun kurulmadığı her ilişki tecavüzün alanına girer. Böyle baktığımızda da ne yazık ki tecavüz alanı popüler kültürden, kapitalist satış yöntemlerine, çocuk eğitiminden özgürlüklere, kadın bedeninden kimliklere kadar uzanır. Bu günlük hayatta reklamlar, bilboardlar, vitrinler ve dekorasyonun yarattığı bir tecavüz alanı oluşturur. Görme ve algılama alanımıza zorla girer ve beynimize tecavüz eder, argo deyimle beynimizi s.....er. Ya da farklı bir ulusal kimlik taşımamıza rağmen merkezin dilini, kültürünü ve ideallerini paylaşmaya zorlanırız. Kapitalist ürünlerin, medyanın ve yaratılan çocuk bakımı safsataların cicili diliyle çocuklarımız çok küçükken tecavüze uğrar ve bunun kabulü doğallaştırılır. Onun bir başka dünya düşünme ve talep etme hakkına tecavüzdür bu. 


Bu bahsettiklerinizin bir kısmının modern fenomenler olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, ‘tecavüz kültürü’ denen şeyin kapitalist çağda farklı bir biçim kazandığını söyleyebilir miyiz?
Elbette! Burada Althusser’i anmak lazım. Kapitalizmin bir dizi inceliklerinin, üst yapı, kültürel yapı, ekonomik yapısının esas olarak sermaye merkezli tecavüzü gizlediğini, onun üstünü örttüğünü öne sürdüğü argümanını anmak lazım. Marketing çalışmaları, piarları, mass-medya kurumları, stratejistleri tecavüzün yardakçıları ve tecavüzün koşullarını yaratan ve izleyen röntgencileri olarak kapitalist sistemin olmazsa olmazlarıdır.

Kapitalist dönemdeki bu tecavüz olayının ‘Ben’ ve ‘Sen’ ilişkisi ise inanılmaz bir eşitsizlik içindedir. ‘Ben’ eşittir güçlü bir iktidar, bu güçlü iktidarın karşısındaki ‘Sen’ ise eşittir sahip olabildiği kadar para. Yani ‘paran kadar konuş!’un edilgen nesnesi olan zavallı bir ‘Sen’… Ben’in Sen’e bu bakış açısı Sen’leri giderek birer kumbaraya dönüştürmektedir. Bu da tensel tecavüzdeki hedonistik hazın karşılığıdır.


Gelelim ‘kültür’ kavramına. ‘Tecavüzün kültürü mü olur?’ diye soranlara nasıl bir cevap verirsiniz?
Bana kalırsa insanlık tarihinin yaşadığı kültür esas olarak bir tecavüzler kültürüdür zaten. O yüzden demokrasiyi sınırsız ve tanımsız olarak tanımlıyoruz Allahtan... Çünkü bu tanım içinde bir ümidi barındırıyor, o yüzden Allahtan, dedim. Kısacası bana göre insanlık o denli badireler atlatmasına, asırlık tarihler yaşamasına rağmen esas olarak tecavüz sever bir kültürü tercih etmiş durumda. Ama buradaki tecavüz üst başlığının altında yüzlerce, binlerce tecavüz alt başlık var. Bütün bu binlerce alt başlık arasında cinsel tecavüzün çarpıcı olması dinlerin ve kültürlerin kadın meselesine bakış açısıyla ilgili. Kadın özgürlüğü ve kadının bedeni üzerindeki tasarruflarından çok kadının mundarlaşması ve kadınlığının erkeğinin tekelinde görülmesinin sonucudur. Tecavüze uğramış kadınlar bu nedenle çifte şiddet yaşarlar.

Burada ‘kültür’ kavramına olumsuz bir içerik mi biçiyorsunuz? Ya da şöyle sorayım; ‘kültür’ denen şey sizin için nedir?
Kültür insanların belli tecrübeleri ve normları kabullenmeleridir. Genele dönüşen kabulleridir. Ben bu genele dönüşen kısmından muzdaripim. Kültürün kendisinden değil. Her zaman doğruları isteyen, bağıran, söyleyen birileri olmasına rağmen dünyanın pek de iç açıcı bir durumda olmaması kabullerin pek de doğru olmadığını gösteriyor. Oysa imrendiğimiz, ütopik gibi görünen örnekler de var yeryüzünde. Ama onlar ne yazık ki münferit durumda kalıyorlar. Haldır haldır dönen bu berbat dünyanın dönüp onlardan pek bir şey öğrenmeye vakti de yok, ruhu da kalmadı. 


‘Mor Tecavüz’ romanınızda tecavüzü üç eksene oturttunuz. Bunlardan biri de işkence. Tecavüz bir işkence biçimi olarak ele alınırken, siz işkenceyi çok ciddi bir tecavüz olarak nitelendiriyorsunuz. Neden?
İşkence ‘Ben’in ‘Sen’ üzerindeki baskının en patolojik halidir. Çoğu zaman içinde cinsel tecavüzü de barındırır. Birbirlerine çok yakın ve iç içedir. İşgal de, işgal edilmiş toprakların işgalci tarafından tecavüze uğramasıdır bana göre. İşkence ve tecavüz ne yazık ki kardeş kelimelerdir. Keşke biri ötekinden biraz uzak durabilseydi…

Kürt kadın hareketi 8 Mart’ta ‘Özgürlük Mücadelesini Yükseltelim, Tecavüz Kültürünü Aşalım’ sloganı altında bir kampanya başlattı. Siz de uzun yıllardan beri kadın çalışmasını yürütüyorsunuz? Kürt kadında tecavüz kültürü daha farklı mı somutlaşıyor sizce?
‘Sen’ ve ‘Ben’ ilişkisine dayalı tecavüz kültürü Kürt kadınları siyasileştikten sonra en uç noktada onlara yansıdı. Kadınlar özellikle de, Kürt kadınları bedensel şiddet üçlemesi çerçevesinde çok acılar yaşadı. Haksızlıklara uğradı. Kürt kimliğinden ötürü bu tecavüzler katmerleşti. Bu anlamda travması öteki kadınlardan daha ağır. Ama bu etkinin yarattığı tepki Kürt kadınının edilgenlikten etkin olma yönünde önemli bir dönüşmesine yol açtı. Kürt kadınları artık kadın hakları, demokratik hak ve talepler doğrultusunda bugün ülkemizin en dinamik kesimini oluşturuyorlar. Bir dönemde bu dinamizm laikçilerde, sonra solcu kadınlarda, daha sonra İslamcı kadınlarda, şimdi de Kürt kadınlarında ifadesini buldu.

Siz ben-sen ilişkisi diyorsunuz, özne-nesne ilişkisi de denilebilir - nihayetinde bir iktidar ilişkisi. Dolayısıyla bu ‘kültürün’ aşılması sizce öncelikle neyi gerektirir? Ya da: ‘tecavüz kültürü’nü aşma mücadelesi yaşamın her alanındaki iktidar ilişkisini - ki, bu ilişkiler yumağında insan hem ‘ben’ hem de ‘sen’ olabilir aynı anda - komple çözümlemeden başarılı sonuç verebilir mi?
Yakın gelecek kültür tarihinde ‘Ben’ ve ‘Sen’ ilişkisinin doğru bir biçimde kurulacağı hayaline inanmayanlardanım. Yani iktidar ilişkisinin söz konusu olduğu hiçbir alanda ‘Ben’in aynı zamanda ‘Sen’ olabileceğine inanmıyorum. İktidar kavramı günümüzde ona yüklenen en pozitif anlamı bile aşan, hayal edemeyeceğimiz bir tanım ve biçime kavuştuğunda bu belki söz konusu olabilir. Ama tabii ki göreceli ilerleme her zaman için mümkün.



Basın-Yayın mezunusunuz, radyo programcılığını yaptınız, yazar ve yönetmensiniz. Dolayısıyla medya alanını bilen birisiniz. Medya bu ‘kültürün’ yeniden üretilmesinde nasıl bir rol oynuyor?
Başıma gelen bir olayı anlatayım size. Merkez Asya’da bir belgesel için çekim yapmak üzere yollardayız. Ben illa bir Şaman çekmek istiyorum. Asya henüz o Asyatik özgünlüğünü yitirmedi diyebiliriz. Yani çoğu zaman açık bir müzeyi andıracak kadar kültürel açıdan zengin. Neyse… Karlı dağlar, buz tutmuş şelaleler aşıp, yollarda dönme tehlikesi geçirdikten sonra bir Şaman’ın evine ulaştık. Uygur bir Şaman. Çadırına girer girmez kulağıma televizyonun sesi geldi. O denli maceracı bir yolculuktan sonra tanıdık bir şeyle karşılaşmak insanın içini ısıtıyor önce tabi. Farkında olmadan rahatlıyorsun. Fakat bir an Uygurca da olsa ve ben anlamasam da bir süre sonra duyduğum ünlemlerin, çığlıkların ses periyotlarının tanıdık geldiğini fark ettim. Dönüp baktığımda televizyonda Uygurca Pop Star yarışması olduğunu gördüm. Benim için dekadanstı bu karşılaşma. Eve döner dönmez de ilk işim televizyonu kapı dışına atmak oldu. Şimdi dokuzuncu yılıma giriyorum.

Söylemem şu ki, medya kültürü dönüştürmede motor rol oynuyor. Bu da bir bakıma sorun yapılmayabilir. Ancak tek merkezli bir popüler kültürün dünyanın dört bir yanında aynı anda aynı çığlıkları atmasını dünyayı bir korku filmine çevirebilir. Lokal yaratıcılıkları ve kültür zenginliğini tek tipleştirmede büyük vebal medyanın…

MERAL ÇİÇEK
* 27 Kasım 2010'da PolitikART'ta yayınlandı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder