“Sevgili Melineciğim, bir tanecik yetimim benim. Birkaç saat sonra artık bu dünyada olmayacağım, öğleden sonra saat 3’te hepimizi kurşuna dizecekler. Bu olay hayatımda sanki bir kazaymış gibi çıkıverdi karşıma; inanmıyorum ama ne var ki seni bir daha hiç görmeyeceğim...“ Sene 1955. 10 yıl önce biten savaşın yıkıcılığı şehrin sokaklarında hala hissedilebiliyordu. Ki, yıkılan sadece betondan binalar olmadı. Kurşunların hedefinde yaşamın ta kendisi vardı ve ona dair her şey. Başta da vicdan... Ve Louis Aragon’un Paris’teki evinde, pek de geniş olmayan çalışma masasının yanındaki koltuğa - aslında Elsa’nın okuma yeridir - oturup, yukarıdaki satırlarla başlayan mektubu okuduktan sonra, önce ayağa kalkıp panjurları kapalı pencereden görülmeyene uzun uzun bakmasına, sonra da masasının önündeki hintkamışından yapılmış sandalyeye oturarak yedi kıtalık şiirini yazmasına sebep olan da her şeyden önce vicdanıydı. Vicdanın sesiydi, daha sonra ‘L’affiche rouge’ adı ile bilinecek olan ‘Hatırlamak İçin Dizeler’ (Strophes pour se souvenir) şiiri...
* * *
Hafızalara soğuk gri tonda lekeler ve kan kırmızı harflerle yazılan savaş zamanıdır. Yıllardan bin dokuz yüz kırk dört. Bunca direnişe mekan olmuş Paris'in sokaklarından faşizmin gamalı haçları geçmekte. Şehrin batısındaki Mont-Valérien Kalesi, Bismarck'tan sonra ikinci kez Alman askerlerce 'fethedildi'. Adı bundan sonra 'ölüm kalesi' olarak anılacaktı.
Sartre, faşizm için "kurbanlarının sayısıyla değil, onları öldürme yoluyla tanımlanır" demiş. Birkaç saat sonra arkadaşlarıyla tek sıra halinde kurşuna dizilecek olan Misak Manuşyan ne derdi, bilemeyiz. Ki Hitler'in kendi soykırımında örnek aldığı bir soykırımın hayatta kalan - hayat mıydı? - tanıklarındandı.
* * *
Bütün mevsimlerin kış olduğu felaketin yılı, bin dokuz yüz onbeş. Öyle ki, ölüm bile üşüdü o yılın yollarından geçerken. Yolu yaman Adıyaman henüz Malatya'ya bağlı bir kazaydı. Çocukluklar burada yazın kayısı ağaçlarının serin gölgesinde geçerdi. O ağaçların meyvesi yöre halkının temel geçim kaynağı idi, hala da öyledir. Ama Ermeniler için bu meyvenin bir başka anlamı daha vardı ki, Serhad'ın ötesine ait zerdali bir tılsımdı. Latince adı 'Prunus armeniaca', yani Ermeni eriği. Ancak o seneden sonra uzun bir zaman meyve vermedi, etrafındaki çocuk seslerinin kısılmasına küsen ağaçlar...
Katliam Misak'ı henüz dokuz yaşındayken yetim bırakır; altı kişilik aileden bir tek o ve abisi Garabet kurtulur. Çocukları, bir Kürt ailesi sahiplenip kurtarır. Sonra Fransızlar tarafından Suriye’de bir yetimhaneye götürülür kardeşler. Çocukluğunu bir kayısı ağacının gölgesinde kaybeden Misak'ın, çocuk kalbine sığmayacak kadar derin acıları daha on ikisinde şiir olup yüreğinden akar, akar, akar. Aktıkça çoğalır:
‘düşledi gece boyunca
sevimli bir çocuk
güllerden bir buket yapmayı
kızıl ve hoş seher vakti olunca’
(Misak Manuşyan)
* * *
„(...) Birazdan, 23 arkadaşım ile birlikte vicdanen rahat bir insanın cesareti ve huzuru içinde öleceğim; çünkü şahsen kimseye kötülük yapmadım, yaptıysam eğer, kin dolu değildim. Bugün hava güneşli, güneşe ve o çok sevdiğim güzel doğaya bakarak hayata ve sizlere, benim çok sevgili eşim ve dostlarıma veda edeceğim. Kendi şahsını kurtarmak pahasına bizi ele veren o kişinin dışında, bana kötülük yapan veya yapmak isteyen herkesi affediyorum. Seni sımsıkı kucaklıyorum, kız kardeşini ve beni uzaktan ya da yakından tanıyan herkesi de aynen kucaklıyorum. Adieu, arkadaşın, dostun, eşin.
Michel Manouchian, canigt [cancağızın]“
Yirmi bir şubat bin dokuz yüz kırk dörtte veda mektubunu yazdıktan sonra otuz sekiz yıllık hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer. Çocukluğunu ve ailesini, doğduğu toprakları elinden alan katliamı, yetimhanede geçen gençliğini, ondokuz yaşındayken abisiyle birlikte geldiği Fransa’da, bütün herşeyini - ama hayallerini değil - elinden alan faşizme karşı verdiği mücadeleyi düşünür. Ki, onun hayat hikayesi aslında kesintisiz bir mücadelenin de öyküsüdür. Önce hayatta kalmanın mücadelesini vermek zorunda kalır, Fransa’da ne iş olursa kabul eder; araba fabrikasında tornacılık, marangozluk, gemi şantiyelerinde işçilik, hamallık yapar. Yirmi dokuzdaki ekonomik krizde birçok göçmen gibi o da işsiz kalır, bu durum geçimini sağlamasını zorlaştırsa da, farklı bir açıdan verimli kılar Manuşyan’ı. Zira bin dokuz yüz otuz yılında birkaç arkadaşıyla birlikte Ermenice ‘Tchank’ (gayret) ve ‘Machagouyt’ (kültür) adlı dergileri çıkarır, bu dergilerde yenilikçi edebiyat akımlarına yer vererek, genç yazarların çalışmalarını yayımlar. Yine dinleyici olarak Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe, edebiyat, tarih, ekonomi ve siyaset derslerine katılan Manuşyan, Ermeni şiirleri Fransızca’ya, Baudelaire ve Voltaire gibi yazarları ise Ermenice’ye çevirir.
Birinci Dünya Savaşı’nda bütün ailesini kaybeden Misak Manuşyan, Nazi postalların yeni bir savaşa hazırlandığını ve faşizmin yükseldiği bir süreçte Fransız Komünist Partisi’ne katılır. Bir yıl sonra da, bin dokuz yüz otuz beşte Komünist Partisi’ne bağlı olan Ermenistan’a Yardım Örgütü’nün (Hayasdani Oknutyan Gomite) genel sekreterliğine seçilir. Bu yıllarda, daha sonra evleneceği Meline ile tanışır.
Bin dokuz yüz kırk bir yılında Fransa, Alman Naziler tarafından işgal edilir. Direniş farklı yol ve yöntemlerle geliştirilir. Misak Manuşyan ise Fransız Savaşçıları ve Partizanları - Göçmen İşçiler Kolu’nun (FTP-MOI) liderliğine yükselir. Öyle ki, Paris’in semtlerinde yoğunlaşıp, çeşitli dillerde bildiri dağıtan, Alman işgalcilerin denetimindeki demiryollarına ve trenlere, ordu için üretim yapan fabrikalara sabotaj eylemleri ile doğrudan Alman askerleri ve işbirlikçi Fransız polisini hedef alan bombalı eylemler gerçekleştiren FTP-MOI, Manuşyan Grubu olarak anılır. Ve grup çok geçmeden Paris’teki silahlı direnişin ana odağı olarak hedef haline getirilir ve Kasım kırk üçte, bir itirafçının ifadeleri nedeniyle grubun yirmi üç üyesi yakalanır. Üç gün süren göstermelik mahkemede idam fermanları imzalanır.
* * *
Sene bin dokuz yüz kırk dört. Aylardan mart veya nisan. Herhangi bir gün. Parisliler bu sabah evlerinden sokağa çıktıklarında, şehrin neredeyse bütün duvarları kızıl renkte bir afiş ile kapatılmıştı. On beş bin afiş! Üst tarafında ‘Bunlar mı Kurtarıcı?’, altında ise ‘Suçlular Ordusu tarafından kurtarılmak mı?’ yazılı. Ortasında ise, siyah-beyaz fotoğraflar. Fotoğraftakiler, yaklaşık bir ay önce idam edilen Misak Manuşyan ve arkadaşları. Arka planı kan renginde düzenlenen afişte Manuşyan, elli altı saldırı, yüz elli ölüm ve sekiz yüz yaralanmadan sorumlu bir çetenin lideri olarak tanımlanıyor. Afişteki on kişi bilinçli seçilmiş - hiçbiri Fransız değil. Afişi hazırlatan Naziler ve kukla Fransız hükümeti, başındakinin Ermeni, grupta yer alan Polonyalıların çoğunun Yahudi kökenli olmasını kullanarak Manuşyan grubunun Almanya’ya ve Fransa’ya karşı düzenlenen ‘Yahudi-Bolşevik komplo’nun bir parçası olduğu yönünde propaganda yaparlar. Afiş ile de direnişin aslında kriminal bir nitelik taşıdığı ve Fransa’ya karşı olan ‘yabancı haydutlar ve teröristler’ tarafından yürütüldüğü mesajı verilmek istenir.
Ama hesap tutmaz. Parisliler bir gün sonra evden sokağa çıktığında, duvarları kapatan kızıl afişlerin üstünde elle yazılmış şu cümle vardı: ‘Fransa için öldüler!’
* * *
Bin dokuz yüz altmış bir. Monacolu anarşist şarkıcı, Fransız chanson’un abidesi Léo Ferré ‘Aragon Şarkıları’ (Les Chansons D’Aragon) albümünde yer alan on şarkının sıralamasını yapar. Albümün ilk şarkısı çok özel olmalı. Ve aslında çok düşünmesine de gerek yok. Albümü başlatan, iki sene önce bestelediği ‘L’affiche rouge’ ağıdı olacak:
İstediğiniz ne şandı ne gözyaşı
Ne bir tören ne de cenaze marşı
Dile kolay on bir yıl, ne çabuk geçmiş yıllar
Silahlarınızdı tek kullandığınız
Ölüm Partizanların gözlerini kamaştırmaz.
Şehrimizin duvarlarındaydı resimleriniz
Sakal ve gecenin kararttığı, yabani ve tehditkar
Bir kan lekesi gibiydi afiş
Gelip geçene korku versin diyeydi
Telaffuzu zor isimleriniz.
Kimse size Fransız demez gibiydi
İnsanlar gün boyu bakmadan geçip giderdi
Ama karartma saatinde gezinen parmaklar
Fotoğraflarınıza „Fransa için öldüler“ diye yazdılar
Ve artık farklıydı kasvetli sabahlar.
Kırağı tek renge boyamıştı her şeyi
Şubat sonunda, o son anlarınızda
Ve işte o an dedi ki içinizden biri:
„Ne mutlu herkese
Ne mutlu geride kalanlara
Kin duymadan ölüyorum Alman halkına.“
Elveda acı ve zevk, elveda güller
Elveda hayat, elveda ışık ve rüzgar
Evlen, mutlu ol ve sık sık beni an
Sen ki güzellikler içinde yaşayacaksın
Her şey Erivan’da noktalandığı zaman
Parlak kış güneşi tepeyi aydınlatıyor
Tabiat ne güzel, yüreğim parçalanıyor
Muzaffer adımlarımızla gelecek adalet
Meline’m, ey aşkım, yetimim benim
Yaşamandır, çocuğunun olması senden dileğim.
Yirmi üç kişiydiler tüfekler çiçeklendiğinde
Vakitsiz giden yirmi üç yürek
Yirmi üç yabancı ama kardeşimiz de
Yirmi üç yaşam sevdalısı, ölecek kadar,
Düşerken Fransa diye bağıran yirmi üçler.
Yeni yenii okuyorum metinlerini,o yüzden ''her konunun altına yorum yazmış'' deme! sakın:)
YanıtlaSilHakikaten okurken çok etkilendim..
merak etme, öyle demem. zaten senin dışında yorum yazan da yok :))
YanıtlaSil