22 Tem 2011

Benjamin ile Brecht'in dostluğu

Walter Benjamin ile Bertolt Brecht arasındaki dostluk, toplumcu sanatı en güzel ifade eden dostluklardan biridir. Karşılıklı verimliliği geliştiren, dönemin siyasi atmosferinin yoğun etkilerini taşıyan, ama bir de trajik bir şekilde sonlanan ve incelendiğinde acı veren bir dostluk. 20’nci yüzyılın en önemli kadın düşünürlerden Hannah Arendt, bu dostluğu ‘eşsiz’ olarak nitelendirmişti. Çünkü bu dostlukta “yaşayan en büyük Alman şair, dönemin en önemli eleştirmeni ile buluştu“.
Arendt’in deyimiyle, “yaşayan en büyük Alman şair ile dönemin en önemli eleştirmeni“nin yolu ilk olarak 1924 yılında kesişir. 1924 yılı Weimar Cumhuriyeti’nin çöküşünün start aldığı, faşizmin tohumlarının giderek boy vermeye başladığı yıldır. Yazı, İtalya’ya bağlı Capri adasında geçiren 32 yaşındaki Walter Benjamin, dostu Asja Lacis’ten, kendisini o dönem henüz 26 yaşında olan Bertolt Brecht ile tanıştırmasını rica eder. O döneme kadar teatral çalışmaları ile üne kavuşan Brecht ise, bu talebi reddeder. Ancak Benjamin için bu tanışmanın ne denli önemli olduğunu anlayan Lacis ısrar eder ve sonunda Kasım ayında, Berlin’de kaldığı evde bir buluşmayı sağlar. Fakata bu tanışma Benjamin’in beklediği şekilde gelişmez; Brecht’in mesafeli yaklaşımı nedeniyle ilk etapta bu görüşmenin devamı gelmez. Buna rağmen yolları, sonraki yıllarda birkaç kez daha kesişir, değişik edebiyat etkinliklerinde karşılaşırlar.

1929 yılına gelindiğinde hem Benjamin hem de Brecht açısından hayatın gerçeği yeni öncelikleri beraberinde getirir. Asimile olmuş bir burjuva Yahudi ailesinden gelen Benjamin, özellikle masraflı bir boşanma davasından dolayı ekonomik çöküşü yaşadığı bu yıllarda komünizme giderek daha fazla ilgi gösterir. Radikal komünizm onun için “tamamen teorik alanı terketmenin“ yoludur. Çünkü Benjamin için aslolan, siyaset ile yaşam arasındaki somut bağdır. Brecht’in siyasi biyografisi açısından da 1929 yılı, daha doğrusu ‘Berlin'in Kanlı Mayısı’ olarak tarihe geçen 1 Mayıs 1929 tarihi belirleyici bir yere sahiptir. SPD’li emniyet müdürü, farklı yürüyüşler planlayan sosyaldemokratlar ile komünistlerin olası çatışmalarını önlemek gerekçesiyle miting yasağı ilan eder. Buna karşı, küçük gruplar halinde protesto gösterileri düzenleyen komünistler sürekli olarak polis tarafından dağıtılır. Dostu sosyolog Fritz Sternberg’in evinde pencereden olayları izlerken Brecht, polis bir gruba ateş eder. 20’yi aşkın insanın katledildiği bu olaylara pencereden tanık olan Brecht’in yüzü bembeyaz kesilir. Ve bu olaydan sonra eserleri de daha politik olur. Hem Brecht, hem Benjamin komünist hareketten yana pozisyon alırlar. Ama bu, eleştirel olmadıkları anlamına gelmez. Burjuvaya en radikal karşı çıkmasından ve kitlelere en yakın olmasından dolayı, eleştirilerine rağmen bu harekette yer alırlar.
1929 yılının Mayıs ayından itibaren Benjamin ile Brecht arasındaki ilişki çok hızlı ve çok yoğun bir şekilde gelişir. Bunda, Brecht’in çalışmalarını eleştirmen olarak takip eden Benjamin’in çabaları belirleyici olur. Brecht’in teatral ve edebi çalışmaları hakkında değişik yayınlar için eleştiriler hazırlarken Benjamin, hem sağ hem de solda popüler olan ve yoğun saldırılara uğrayan şairi savunur hep. Sanat ve siyaset konularındaki görüşlerinin aslında pek yakın olduğu da bu dönemde belirginlik kazanır. Bu görüş yakınlığı sonucu çok sayıda ortak proje geliştirirler ve o yıllarda Weimar Cumhuriyeti’ndeki sanatçı ve aydınların karşı karşıya kaldığı sınırlamaları aşmak için eylemler koordine ederler. Örneğin 1930’da “Heidegger’i parçalamak için“ eleştirel bir okur topluluğu kurmayı planlarlar. Aynı yıl Herbert İhering ile birlikte sınıfsız bir pedagoji anlayışını geliştirmek için ‘Kriz ve Kritik’ dergisini çıkarma çalışmalarına başlarlar.

Weimar Cumhuriyeti sonuna doğru ilerliyordu. Ve yükselen faşizmin, toplumun vicdanı olarak aydınlara saldırılarından nasibini Benjamin daha çok alıyordu. Özellikle, etrafında yer alan sayılı insanların pozisyonlarının net olmaması karşısında zorlanır. Belki de Brecht’e bu denli önem vermesinin sebebi de budur; çünkü Brecht radikal düşüncelerin sahibi biri olarak, kimin ne diyeceğini pek de önemsemez. Hem maddi hem de manevi anlamda o yıllarda bir kriz yaşayan Walter Benjamin açısından Brecht’in yanında yer almak, sanatsal bir duruş olduğu kadar, verimsiz durumundan kurtulmanın yoludur da.

1933 yılına kadar yaşadıkları Berlin’de sık sık görüşürler, değişik konularda saatlerce sohbet eder, tartışırlar. Birbirinin görüşüne başvurur, duygu ve düşüncelerini paylaşırlar. Özellikle ülkenin gidişatı ve aydınların duruşu üzerinde durur, sanatçı kimlikleri ile gidişata dur demenin yollarını ararlar. Walter Benjamin, Brecht ile dostluğunun başlangıcında 30 Mart 1929’da, Brecht’in de sahnelenmesinde yer aldığı ‘İngolstadt Piyonirleri’ isimli oyunu izledikten sonra kaleme aldığı eleştiride, oyunun ‘üniformalı kitlelerde yaratılan ve ordunun amircilerinin hedeflediği kolektif güçleri’ gösterdiğini yazar. Ve oyun, 1933 yılına gelindiğinde gerçek olur. Hitler başbakan olur. Sonraki gelişmeler çok hızlı bir seyir izler. Brecht’in bir tiyatro oyunu, sahnelenirken basılır; gösterimi düzenleyenler hakkında ‘vatana ihanet’ gerekçesiyle dava açılır. Faşist diktatörlük yolunda önemli bir adım olan Reichstag Yangını’ndan tam bir gün sonra, yani 28 Şubat 1933’te Brecht ailesiyle birlikte Almanya’yı terk edip sürgüne gider. Benjamin de bir ay sonra, 17 Mart’ta bir daha göremeyeceği ülkesinden ayrılıp Paris’e yerleşir. Sürgünün en büyük tehlikelerinden biri, tecrittir. Bu dönemde iki dost eskisi kadar sıklıkla görüşmese de, özellikle mektup yoluyla haberleşmeyi sürdürürler. Maddi sıkıntıları daha da artan Benjamin, yazları Danimarka’da, dostunun yanında geçirir.

İki dost bu dönemde de zor koşullar altında üretmeye devam ederler. Özellikle Brecht, kaleme aldığı bütün eserlerini önce Benjamin’e gönderirken, dostunun görüşüne ne denli önem verdiğini gösterir. Ayrıca maddi ve manevi açıdan ciddi zorlanmalar yaşayan, zaten ömrü boyu hep uçlarda yaşayan Benjamin’e destek olmak için, çalışmalarını basacak yayın ve yayınevi bulmaya çalışır. Benjamin de aynı şekilde Brecht’in oyunlarını sergileyecek tiyatro sahiplerinin kapısını çalar. Ancak ne yazık ki Benjamin yurtdışında bu konuda daha fazla sıkıntı yaşar, kapıların çoğu kapanır. Bunda belki de Brecht ile ilişkisi rol oynar. Zira, özellikle çalıştığı ve ‘Frankfurt Okulu’ olarak bilinen Toplumsal Araştırma Enstitüsü’nden arkadaşı Theodor Adorno, bu ilişkiye çok karşı çıkar; Benjamin’in fazlasıyla Brecht’in etkisi altında olduğunu iddia eder. Brecht’i, sırf alenen Stalin’den mesafe almadığı için stalinist bulan Adorno, aslında Benjamin üzerinde kendi etkisinin zayıflamasından rahatsızlık duyar. Ve Adorno, rahatsızlığını açık dile getiren tek kişi değildir. Hannah Arendt, yıllar sonra yakın dostu olan Benjamin’i zorlayan bu tutuma ilişkin, ‘Eski dostlarının, bu buluşmadaki eşsizliği hiçbir zaman anlamamaları, ikisinin ölümünden sonra da, acı verici’ der.

Çünkü onların dostluğu öyle bir şey ki, konuşmadan da birbirini anlarlar. Onlarınki sadece insanın sosyal ihtiyaçlarını karşılama güdüsünün bir sonucu değil. İdeallere sahip olan bu iki insan, birbirini emek vererek geliştirir. Benjamin Brecht’in, Brecht de Benjamin’in eserlerini yoğunca etkiler. Brecht açısından dostu, dönemin en önemli eleştirmeni idi. Dolayısıyla Benjamin’in eserlerine yaptığı katkı paha biçilmez düzeydedir. Brecht duygularını kolay kolay göstermezken, oldukça duygusal olan ve bazen bitmez tragedyasında bir çocuğun masumiyetini anımsatan Benjamin açısından ise Brecht ile ilişkisi yaşamsal değerdeydi. Bu ilişkinin sadece üretimi için değil, bir bütün olarak hayati önemde olduğunu, sürgün yıllarında yazdığı bir notta görmek mümkündür. Aidiyet duygusunu Almanya’da hiç yaşamayan, ondan ziyade hep örnek aldığı 19’uncu yüzyıl Parisi’nin sokaklarında bu duyguyu bulan Benjamin, sürgüne gittikten sonra burada bile yabancılık yaşar.

1939 yılının yaz aylarından itibaren Benjamin giderek kötüleşir. Sürgünde yaşadığı boşluğu dolduramaz olur; tecrit denen şey her geçen günle birlikte bu boşluğu derinleştirir. Haziran 1940’da, artık Finlandiya’da yaşayan Brecht, arkadaşı Fritz Lieb’e gönderdiği mektupta, geçen yazdan beri haber alamadığı dostunu sorar. Ulaşamaz ona. Çünkü faşizm, toplumun vicdanını susturma çabalarını sürdürür. Önce üç aylığına tutuklanır. Ardından Alman askerler Paris’i işgal etmeden hemen önce, kızkardeşi Dora ile Paris’i terk eder Benjamin. Marsilya’dan İspanya sınırını geçmeye çalışır. Portekiz üzeri ABD’ye gitmesi gerekiyor. Yoksa faşistlerin eline düşüp, katliamdan geçirilen Yahudilerle aynı kaderi paylaşacak. Sınırda, Katalonya’ya bağlı Portbou’ye ulaştığı gün geçişler yasaklanır. Grubuyla birlikte jandarma tarafından durdurulan Benjamin, gecelemek için bir pansiyona götürülür. Ertesi sabah, devam etmelerine izin verildiğini söylemek isteyenler, onun cansız bedeni ile karşılaşır. Çünkü faşistlere teslim edilmekten korkan Benjamin, gece morfin içerek intihar eder. Trajik olansa, 26 Eylül’den bir gün önce yola çıksa geçecek, bir gün sonra çıksa geçişlerin engellendiğini bilerek gitmeyecek.

Brecht, dostunun ölüm haberini aylar sonra, Kaliforniya’ya ulaştıktan kısa bir süre sonra alır. Benjamin’in ölüm haberi üzerine, “Bu, Hitler’in Alman edebiyatına ödettirdiği ilk gerçek kayıptır“ diyen ve lirik eserlerinde kendi acılarını pek de ifade etmeyen Brecht, Benjamin’in anısına dört şiir yazar...

“(...) Ve aynen öyle terk etti beni karşı çıkan
Çok bilen, yeniyi arayan
WALTER BENJAMIN. Geçilmeyen sınırda
takipten yorgun düşmüş, yere uzandı.
Bir daha uykudan uyanmadı. (...)“

08 Kasım 2009'da PolitikART'ta yayınlandı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder