‘Ve yüzünün doğusu gül kokuyor
Çünkü doğu
Gülistandı, dağın ve destanın
Bize anlattığı...’
(Ahmet Telli)
Destanların diyarıdır Doğu. Destan gül ise, gülistandır Doğu’nun öteki adı. Gül sonsuz güzellik ise, dikenleri bu toprağın yüzyıllardan beri yaşadığı acıları simgeler. Nice gül çiçeklendi bu topraklarda. Ancak güzellik kötünün gözünü daima kamaştırdığından gülün kaderi dikenlenmek oldu. Dağlara çekildi gül, güzelliğinin yüzünü kimseler görmez oldu. Ama yalnız gül oradaydı ve dağların en yüksek, en ulaşılmaz zirvelerinden bize destanlar anlatmaya devam etti. Doğu’dan başlayan bir aşkın hikayesini anlattı. Kanatları kırık bir aşkın hikayesi... Halil Cibran ile May Ziyade’nin hikayesi...
Hikayenin başlangıcında umutsuz bir aşk var. Yüreği Doğu’da çarpmasına rağmen Batı’nın en batısına sürülen genç ama acılı bir hayat var. Tılsımını Doğu topraklarında yitirmiş, 16’sında bir delikanlı. Dört yıl önce ayrıldığı Kutsal Vadi’de yitirdiği tılsımı bu kısa yaz tatilinde güzel mi güzel bir kızın gözlerinde buldu. Fakat hayatında ilk defa yaz sıcağında genç bedenini titreten, yürek atışlarını öyle bir hızlandıran bu masumane aşk ki, yasaktı, imkansızdı, umutsuzdu. Kanatları ilk o zaman kırıldı.
12’sinden beri annesi ve kardeşleri ile yaşadığı Amerika ile doğduğu Lübnan topraklarını birbirinden ayıran okyanusu kırık kanatlarla nasıl geçecekti? Bir daha nasıl uçacaktı? Hayatta herşeyden çok sevdiği annesinin şefkatli elleri iyileştirebilecek miydi kanatlarını? Bir rahibin kızıydı annesi Kamile. Hayat onun için daima zorluklarla mücadele ettiren bir çarktı. İlk eşini kaybettikten sonra evlendiği Halil’in başı kumar ve borç nedeniyle sürekli dertte olduğundan, ailenin geleceğini güvence altına almak Kamile’ye kalmıştı. ‘Acıları güce dönüştürmek’ sözü belki de en çok onun için geçerlidir. Çünkü eşini bırakıp, çocuklarını da alıp o çok uzaktaki Amerika’ya giderek o dönem Lübnan kadınlarının kolay kolay cesaret edemeyeceği bir işe imza atmıştı.
Yıl 1903. Kamile, evin penceresinden dışarıya bakarak, yanında duran oğluna der ki; “Manastıra girseydim, hem kendim, hem başkaları için en iyisini yapmış olacaktım.” Oğlu “Manastıra girmiş olsaydın ben dünyaya gelmezdim” diye yanıt verir. “Dünyaya gelmen daha önce kararlaştırılmıştı, oğlum” der annesi. “Evet ama, dünyaya gelmeden çok önce seni annem olarak seçmiştim ben”. Annesi gülümseyerek “Dünyaya gelmeseydin cennette bir melek olarak kalacaktın” yanıtını verince, Halil “Ama ben hala bir meleğim” yanıtını verir. Kamile yine gülümser ve der ki; “Kanatların nerede peki?” Halil elini tutup omzuna koyup “burada” deyince, Kamile de “kırılmışlar” der.
Dokuz ay sonra Kamile kanatlarını açıp, yeryüzüne bir daha dönmemek üzere gökyüzüne uçar. Ama “Kırılmışlar” sözü ağabeyinden sonra annesini de kaybetmiş olan Halil’in içinde yankılanmaya devam eder ve ona “Kırık Kanatlar” isimli Arapça kısa romanını yazdırır. İki genç arasındaki umutsuz aşkın romanıdır “Kırık Kanatlar”. Annesinin romanıdır, kendisinin romanıdır. Doğu kadınının romanıdır: “‘Psikopos senden beni istedi ve bu kırık kanatlı kuş için bir kafes hazırladı. İstediğin bu mu baba?’ Kader Selma’yı işte böyle yakaladı ve onu da aşağılık bir köle gibi, zavallı Doğu kadının tören alayına kattı; o soylu ruh, çiçek kokularıyla ıtırlı bir gökte aşkın ak kanatlarıyla özgürce uçtuktan sonra tuzağa işte böyle düştü. ‘Ah Tanrım, bana merhamet et ve kırık kanatlarımı iyileştir...”
Dünyanın öbür ucunda, Mısır’da bir kadın elindeki ince romanı koltuğunun yanında duran sehbaya bırakıp, pencereden dışarıya dalan gözlerle uzağa bakar. Bir erkek yazar, kadının ‘satılmışlığını’ nasıl bu denli derinden ele alıp, kelimelere dökebilir? Bir erkek, aşık olduğu halde onu hiç sevmeyen, ona zerre kadar değer vermeyen, saygı göstermeyen bir adama ‘verilen’ bir kadının duygularını nasıl böyle yazabilir? Romandaki Selma karakterinin bu duruma karşı başkaldırmamasını, mahkum edildiği köleliği kader olarak kabullenmesini doğru bulmaz May Ziyade adlı bu kadın. Ama derinden etkilenir ve romanın yazarına mektup yazmaya karar verir.
20’inci yüzyılın ilk çeyreğinde Arap edebiyatının önde gelen kadın yazarlarındandır May. Annesi Filistinli, babası Lübnanlı. Henüz çocuk yıllarında doğduğu Filistin topraklarından koparılıp, önce babasının ülkesine, ardından Mısır’a sürülür. Yazmak onun için bir tutkudan çok yüreğinin derinliklerini ifade etmenin tek yolu. Kadın yazar olmak kolay değil onun için. Ama edebiyat çevresinde yaşadığı çelişkiler üniversite yıllarından beri içinde bulunduğu Mısır Kadın Özgürlük Hareketi’ne daha güçlü katılmasına neden olur, teori ile pratik arasındaki bağı kurmasına olanak tanır.
Halil Cibran için kalabalık hep yalnızlıkla eşanlamlı olmuştur, bu dünyada bir yabancı gibiydi. Hiçbir yere ait değildi. Hayatı hep doğduğu topraklara özlemle geçmiş olsa da, kendi topraklarında da yabancı olacağını düşünüyordu. Belki bundan dönmedi. Aidiyetsizlik belki korkuttu onu. Aidiyetsizliğin bedeli kalabalıklar içinde koca bir yalnızlık idi.
May ise o dönem kadına kolay kolay nasip olmayacak imkanlara sahip olmuş, iyi bir eğitim almış, köklerine derinden bağlı bir kadındı. Ama bir de derinden yaşadığı çelişkileri vardı; dünyayla, yaşamla, yaşanılan gerçekle ilgili. Bütün bunlara farklı gözlerle bakıyordu. Geniş bir çevresi vardı ama onun gördüklerini gören yoktu, onların baktıklarına da o bakmıyordu. O da kalabalıklar içinde yalnızdı. Bu nedenle o da yabancıydı.
Mektubunu zarfa yerleştirip, zarfın üzerine Halil Cibran’ın adını ve New York’taki evinin adresini yazdı. Günlerce sabırsızlıkla gelecek cevabı bekledi. Zarf, tam da May ile Halil arasındaki mesafeyi geride bırakıp, yerine ulaşacaktı. Okyanusları aşacaktı. Karayollardan geçecekti. Bir güvercini olsaydı, mektubunu ulaştırsaydı dünyanın öbür ucuna. Zaman o zaman daha hızlı akar mıydı? Beklemeyi, mektubu düşünmeyi bıraktığı bir anda masanın üzerinde belli ki çok uzaklardan gelen bir zarf buldu. Halil Cibran’dan gelmişti...
Önce edebiyatla ilgili görüşlerini paylaşırlar. Zamanla birbirlerini daha iyi tanırlar, aralarında sağlam bir dostluk gelişir. May sanki Halil’in yıllar önce kaybettiği tılsımdı, Halil ise May’ın özgürce, karşılıklı saygı temelinde duygu ve düşüncelerini açabileceği uzaktaki en yakını idi. Hem edebi konularda fikir, övgü ve eleştiri alışverişinde bulunurlar, hem birbirlerinin merak ettiği konularla ilgili soruları yanıtlarlar, duygu ve düşüncelerini paylaşırlar:
“Makalelerinde uzun süredir düşüncelerimi çevreleyen ve düşlerimi izleyen eğilimleri buldum; ama yüz yüze tartışabilmeyi istediğim başka teori ve ilkeler de vardı. Şu anda Kahire’de olsaydım seni ziyaret etmeyi ve ‘mekanların ruhu’, ‘akıl ve yürek’ ve Henri Bergson’un bazı yönleri gibi konular hakkında ayrıntılarıyla tartışmamız için izin vermeni isterdim. Ama Kahire uzaktaki Doğu’da ve New York çok uzaktaki Batı’da, umduğum ve dilediğim gibi tartışabilmemizin bir yolu yok.” (Halil Cibran’ın 24 Ocak 1919’da May Ziyade’ye yazdığı mektuptan). May, Halil için sudaki ayna olur, Halil de May için. Ruhları bir sanki. Sanki aynı gözlerle dünyaya bakıyor gibiler. Yüreklerinin ezgisi, akıllarının sesi bir gibi.
Ve birbirlerini hiç görmemiş olan, seslerini duymamış olan, birbirlerini sadece mektuplarla tanıyan bu iki insan arasındaki dostluk aşka dönüşür. Geceyarısından sonra mum ışığında kara mürekkepli kelimeler kağıda döküldüğü zamanlarda yalnızlık sona erer: “Acaba Venüs de benim gibi mi ve kendi Cibran’ı mı var - kendi uzakta ama aslında çok yakında olan güzel varlık - ve acaba o da şu anda, ufukta titreyen alacakaranlıkta, alacakaranlığı karanlığın izleyeceğini ve karanlığı ışığın izleyeceğini ve günü gecenin izleyeceğini ve geceyi günün izleyeceğini ve sevdiğini görmeden önce bunun defalarca tekrarlanacağını bilerek ona mektup mu yazıyor?” (May Ziyade’nin Halil Cibran’a 15 Ocak 1924 tarihli mektubundan)
Ancak mutluluk var olmak için acıyı gerektirir. Tıpkı karanlık olmadan aydınlık olmayacağı, gece olmadan gün olmayacağı, kara olmadan ak olmayacağı gibi. May için bu gerçek kendini 1927’den itibaren daha fazla, daha acımasızca hissettirir ve ona “Büyük acı büyük arınmadır” dedirtir. Hüzün artık yüreğini ele geçirmeye başlamıştır. Önce anne ve babasını, sonra güvendiği dostu ve sırdaşı Yakuf Sarruf’u kaybeder. Her biri ondan bir şeyler koparıp götüren kayıpları bir tek sevdiği, Halil ile paylaşır. Onun sevgisi ile acıların en büyüğüne dayanır, hayatın acımasızlıklarına katlanır. Artık onun hayatında bir tek uzaktaki sevdiği var. Ama felek haindir ve dört yıla dört ölümü sığdırır.
Halil’i de kaybetmek derinden sarsar May’ı: “Hiçbir zaman bu kadar acı çekmemiştim, hiçbir kitapta bir varlığın bu çektiğim kadar büyük bir acıya katlanacak gücü bulacağını okumamıştım...” Durumu giderek kötüleşir. Elini uzatıp, hayata tutunacak bir dal arar. Ama acısının yükünü taşıyamaz hiçbir dal. Umutsuzca Avrupa’ya gider, fakat acı yüreğinde demir atmış gibi. Hayatına son vermeyi dener, ardından Lübnan’da bir akıl hastanesine yatırılır. Çıplak ayakla hastanenin soğuk ve renksiz koridorlarında yürüyüp, delilik uçurumu üstündeki gergin bir ipte korkunç yürüyüşlerin hüzünlü ağıtlarını yakar. Dostlarının yardımı ile yeniden hayata tutunmaya çalışsa da, hayat onun için 1931 yılının bir Nisan gününde bitti bile. O gün başlayan ölüm 1941’te tamamlanır, bir avuç vefalı hayranı dışında dostsuz ve yalnız bir şekilde Kahire’de gözlerini sonsuza dek yumar. Geriye sadece ruhunun yarısını yitirdiği güne kadarki eserleri kalır. Zira 20’inci yüzyılın ilk çeyreğinde Arap edebiyatının en yetenekli kadın yazarlarından olan May Ziyade, Halil Cibran’ın ölümünden sonra kalemi bir daha eline almaz...
MERAL ÇİÇEK/PolitikART
kesinlikle muhteşem bir tespit..kaleminize sağlık
YanıtlaSil