27 Şub 2012

Gauck ‘Kalplerin Cumhurbaşkanı’ mı?


Federal Almanya Cumhuriyeti’nin 63 yıllık tarihinde 14 kez cumhurbaşkanlık seçimi yapıldı. 15’inci seçim de 18 Mart’ta yapılacak. Zira iktidar ortaklarının önerdiği iki cumhurbaşkanı (Horst Köhler ve Christian Wulff), iki yıldan kısa bir süre içinde istifa edince, 63 yıllık tarihin 3 yılına da 3 ayrı cumhurbaşkanı sığdırılmış olacak. 
2010’da SPD ile Yeşiller’in Wulff’a karşı aday gösterdiği “yurttaşların cumhurbaşkanı” Joachim Gauck, bu kez – Sol Parti hariç – meclisteki bütün partiler tarafından desteklendiğinden, büyük ihtimalle seçilecek. Hatta bu uzlaşı kimine göre yeşil soslu sol-sosyaldemokrasinin CDU/CSU/FDP üçlüsünün muhafazakarlığına karşı zaferidir. Ki üçüncü seçim turunda Wulff’a yenilen Gauck, “Kalplerin Cumhurbaşkanı”, “Ulusun Hak Savunucusu” diye övülüyordu. Bu algı bugün ise anaakım medyanın da desteğiyle genelleştiriliyor. Ama Gauck gerçekten de öyle biri mi?
Bence kesinlikle değil. Gauck, 1940 yılında Doğu Almanya’da Hitler’in liderliğindeki NSDAP’ye üye bir çiftin oğlu olarak dünyaya geldi (Bu onu kuşkusuz Nazi yapmaz), duvar yıkılıncaya kadar da DDR’de yaşadı. Kendi anlatımına göre henüz 9 yaşındayken “sosyalizmin bir haksızlık sistemi” olduğunu anlamış. Zira babası 1951’de Sovyet istihbaratı tarafından tutuklanmış ve 4 yıllığına Sibirya’ya sürgün edilmiş. Bu olay Gauck’un bakışaçısını belirlerken, Nazi ordusunun deniz kuvvetlerinde yer alan babasının İkinci Dünya Savaşı’nda Britanya ordusunca esir alınmasından pek söz edilmez. 
Almanya’yı ikiye bölen Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra Gauck, hükümet tarafından DDR’in istihbaratı olan Stasi’nin belgelerini incelemek ve denetlemek amacıyla oluşturulan kurumun başına getirildi. Zaten Gauck’tan söz edildi mi akıllara ‘DDR ile hesaplaşma’ gelir. Sovyetlerin en batı ucundaki totaliter rejime karşı özgürlük ve demokrasi için mücadele eden kahramandır Gauck. Tabii inanırsanız...
Gauck’a yakıştırılan sıfatlardan biri de “devrimin papazı”. Benim aklıma burada örneğin, cuntanın tek kurşunla kalbinden vurduğu San Salvadorlu başpiskopos Oscar Romero gelir; yoksullar, sömürülenler, evlatları bir gün ansızın ‘kaybolanlar’, evden çıkıp bir daha dönmeyenler, katledilenler, emekçiler, insanca yaşamak isteyenlere umut veren cesur kurtuluş teologları gelir. Ki ölümden de korkmadılar... 
6 Kasım 1989’da – nihayetinde bir devlet rejimi olan – DDR’de protestolar zirvesine ulaştığında ve sadece Leipzig’de 500 bin insanın “Halk biziz” sloganı yükseltildiğinde Gauck, sokaklardaki on binlerin yanında değil. Çıkış engellemelerinden pek de etkilenmeyen, sık sık sınırı geçebilen Gauck, bu akşam dayısının 80. doğum günü için yine Batı Berlin’de. Gauck’un otobiyografisinde o akşama dair tek bir cümle yok. 
Joachim Gauck, kendisini “sol, liberal bir muhafazakar” olarak tanımlıyor. Bir insan nasıl aynı anda hem sol, hem liberal hem de muhafazakar olabilir diye sormayınız, zira Gauck hem Yeşillerin, hem sosyaldemokratların, hem kendilerine liberalim diyenlerin hem de muhafazakarların adayıdır ama solcuların adayı değil, olamaz da. Ki hatırlanırsa 2010’daki adaylığında meclisteki Sol Parti’nin iç istihbarat tarafından takip edilmesini savunduğu gibi, partinin totaliter olduğunu ve Avrupa demokrasisi ile çeliştiğini iddia etmişti. Geçen kış da Almanya’daki Occupy hareketi ile “Avrupa Merkez Bankası’nı işgal edin gibi bir sloganı çok gülünç buluyorum” deyip alay etmişti. En sevdiği kelimelerin başında özgürlük ve demokrasi geliyor ama aynı zamanda antikomünist olduğunu söylemekten de çekinmiyor. Almanya toplumu açısından temel konular oluşturan sosyal adalet veya çokkültürlü toplum hakkında neler düşündüğünü ise henüz bilmiyoruz, zira bu konulara ilişkin görüş beyanında bulunduğu daha görülmedi. 
DDR kuşkusuz bir özgürlük rejimi değildi. Ancak onun sadece eleştirisi üzerinden değil de bir bütün olarak reddi üzerinden batı kapitalizmi savunmak, üstelik kendini hiç de hak edilmeyen sıfatlarla süslemek samimi değil. 
Bu nedenle de Sol Parti’nin ayrı bir aday göstermeye karar vermesi önemli. Şimdilik üç isim tartışılıyor. Kimin aday gösterileceği bugün kesinleştirilecek. Dileğim, kararın Beate Klarsfeld’de kılınmasıdır. Çünkü o, ömrünü Nazi rejiminde yer almış veya rejimi destekleyip de sonradan hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam eden, hatta siyasi kariyer yapanların yargılanmasına adadı. Dönemin başbakanı Kiesinger’in NSDAP’deki geçmişine dikkat çekmek için 1968’de “Nazi, istifa et!” sloganı ile onu tokatladığında hapis cezası aldı. Birçok kişi onun sayesinde yargılandı veya en azından deşifre edildi. En büyük başarısı ise “Lyon Kasabı” olarak bilinen Klaus Barbie’nin Bolivya’da gizlendiği yeri tespit edip, bu Nazi’nin insanlık suçundan yargılanmasını sağlamaktı. 
73 yaşındaki Klarsfeld, Almanya’daki en yüksek ödül olan onur madalyasına önerildi. İki öneri – biri Joschka Fischer döneminde, diğeri Guido Westerwelle’nin dışişleri bakanlığında – reddedildi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder