24 Tem 2011

Bir başka zindan öyküsü

Bazı kitaplar var ki, anlattıkları hikayenin dışında bir yerde, bazen de tam ortasında, kendi başına bir hikaye konusu olurlar. Anlatıcısı oldukları öykünün bir köşesinde sessizce dururlar öylece, asıl hikayeye gölge düşürmeden. Muzaffer Ayata’nın ‘Yaşam Geçidinde Yirmi Yıl’ kitabı da kuşkusuz onlardan biridir. 2 ciltlik Diyarbakır Zindanı kitabını okumuş olanlar, Muzaffer Ayata ve onunla birlikte, yaşanacak bir ülke yaratma umudu ile devrimin yollarına düşen bir kuşağın, hayatının en genç zamanlarında nasıl bir dehşet yaşamak zorunda bırakıldığını bilir. Muzaffer Ayata da 12 Eylül Darbesi’ne 6 ay kala tutuklandıp, vahşeti ile ‘ünlü’ 5 No’lu Cezaevi’ne götürüldüğünde 24 yaşındaydı. 2000 yılının Eylül’üne iki ay kala, Bursa Cezaevi’ndeki arkadaşları kendisine, pek de sıcak bakmadığı bir öneride bulunduğunda ise 44 yaşındaydı. 20 yılı aşkın tutukluluğunun ardından ‘dışarı’ya adım atacaktı. 20 yıl ve 6 ay. Yani 246 ay. Yani 7 bin 480 gün. 179 bin 520 saat. Bir ömür...

Henüz 1990’lı yılların ikinci yarısında tutuklanmış olan arkadaşları, Diyarbakır Zindanı kitabında anlatılanların ardındaki yıllar hakkında cezaevleriyle ilgili tamamlayıcı bir çalışma yapmasını önerdiğinde Ayata, önce karşı çıkmış. Ancak daha sonra arkadaşlarının ısrarları karşısında, çok da istekli olmadan, bulunan bir orta yola onay vermiş: Tahliyesine 2 aydan kısa bir süre kala, geçmişten çok geleceği düşündüğü bir dönemde, 10 gün boyunca, günde 1 saat arkadaşlarının sorularını yanıtlayacaktı.

Zindanın 24 saati direniştir
Kasetlere kaydedildikten sonra kağıda dökülen kitap, Mezopotamya Yayınları’ndan çıktı. 300’e yakın sayfada Ayata’nın şahsında, 1980-2000 yılları arasında PKK’li tutsakların öncülük ettiği zindan direnişi ve mücadelenin bu alanı anlatılıyor. Denilebilir ki, bu konuya ilişkin son 20 yılda çok sayıda kitap çıktı. Gerçekten de farklı farklı siyasi fraksiyonlara mensup birçok (eski) tutsak, cezaevindeki insanlık dışı işkence ve büyük direnişleri konu alan yazılı çalışmalara imza attı. Ama ‘Yaşam Geçidinde Yirmi Yıl’ı diğer çalışmalardan ayıran en temel husus, direniş ve mücadeleyi ele alış biçiminde gizlidir. Çünkü anlıyoruz ki, zindandaki yaşamın 24 saati bir mücadele, bir direniş. Direnilen sadece fiziki ve psikolojik işkence değil, hayalleri teslim almayı amaçlayan ve buna hizmet eden her şey, herkestir. Ki, itirafçılık veya teslimiyet diye isimlendirilen olgular, farklı bir yaşama, özgür bir yaşama inanmış insan için düş yetimidir. Oysa insanın en fazla koruması gerekeni, en son kaybedebileceğidir hayalleri. Ve dolayısıyla teslim almaya çalışanın ilk yöneldiğidir.

Kronolojik bir anlatımı tercih eden kitap, 1980 yılında Ayata’nın yakalanışı ile başlıyor. İkinci bölümde ise Ayata’nın 1980-1987 yılları arasında kaldığı Diyarbakır Zindanı, oradaki işkenceler ve direniş, ardından ise Zindan Direnişi Konferansları konu ediliyor. Ki, ‘’Vahşetti Diyarbakır ve öyle kazındı belleklerimize, tarihimize; direnişti aynı zamanda, kahramanlıktı, insanlığın büyük dirilişi, yücelişiydi...”

İnsan tutukluluğu nasıl yanıtlar?
‘Diyarbakır… Diyarbakır…’ başlıklı 2’inci bölümden itibaren, Ayata’ya sorular soran ve bu şekilde kitabın tematik akışını belirleyenlerin temel odağı kendisini gösteriyor. Çünkü ‘Yaşam Geçidinde Yirmi Yıl’, fiziki ve beyaz işkence, her türden teslim alma girişimleri, yine dar bir alanda birlikte yaşamaya ‘mecbur edilen’ farklı farklı geçmiş ve kişilik özelliklerine sahip insanların, bu realite karşısında nasıl davrandığı sorusunu soruyor, insana odaklanıyor.

Kitabın tümünde, ama özellikle de ‘insanlar, olaylar, yaşam’ başlıklı 7’nci bölümde somut isim ve karakterlerin sorulması da bundandır. Ki, Ayata’nın kitapta dediği gibi, ‘’Cezaevleri insanların laboratuarı gibidir. Eğer iyi gözlemleyebilir, iyi inceleyebilir ve eğitim materyali yapabilirsen, tam bir insanlar, tipler geçididir.”

Neden ve nasıllara odaklanma
Serhildanlar, 93 yılındaki ateşkes ve çözüm umutları, yine Öcalan’a yönelik komplo gibi, Modern Kürt Ulusal Hareketi’nin tarihinde çok önemli aşamalar oluşturan gelişmelerin cezaevlerine yansıması, karşılanması ve yarattığı etkilerin de sorgulandığı kitapta, gayet de sosyolojik bir bakış hakim. Birey, toplumun bir parçası olarak, içinde yaşadığı koşul ve ortam ile bağlantılı bir şekilde ele alnıyor ve doğru olan da budur. Özellikle ‘bağımsızların’ ele alındığı 6’ncı bölümde Ayata, özgürlük mücadelesine ters düşen veya kopan insanlarla ilgili soruları yanıtlarken, onları yargılayan, bir bütün olarak kötüleyen bir değerlendirmeden ziyade, neden ve nasıllara odaklanıyor.

Cezaevini, ayrı bir kültüre sahip ayrı bir dünya olarak niteleyen Ayata, ‘’Yaşamın sorunsuz olması, bir temenni olarak anlamlı olabilir. Fakat gerçekte sürekli bir çaba gerektirir’’ vurgusunu yapıyor. 20 yıllık tutukluluğu boyunca binlerce farklı insan tanıyan, onlarla hayatı paylaşayan Ayata’nın anlatımları içinde not edilecek, üzerinde düşünülecek çok fazla cümle var. Ama özellikle zindandaki insanın zindan gerçeğine yanıtı söz konusu olduğunda, benim not ettiklerim arasında şu iki cümle öne çıkıyor: ‘’Cezaevinde ancak cezaevi aşıldığı oranda insan kendisini aşabilir, geliştirebilir” ve ‘’Kalabalıkların içinde yalnızlaşıyorlar. Hücrede veya F-Tipine gitmiş gibi yalnızlaşan insanlar da var.” İşte Ayata’nın birey-toplum-mekan ilişkisindeki karşılıklı etkileşimleri gözeterek yaptığı yorumlar, aslında 1980-2000 yılları arasındaki zindan gerçeğini farklı bir okumadan geçirmemize imkan tanıyor, yeni açılar sunuyor.

Kitabın yolculuk hikayesi
Kitabın hikayesini merak edenlere, bekledikleri yanıtı verelim: Muzaffer Ayata, tahliye olduğu Eylül 2000’den birkaç ay sonra, söyleşiyi yapanlar yazılı metni göndermek üzere cezaevi savcılığına teslim eder. Ancak savcılık kitaba el koyar. Aradan bir süre geçtikten sonra, koğuştaki kitaplara sınırlama getireceğini duyuran cezaevi idaresi ile yapılan görüşmeler sonucu, bazı kitapların ailelere teslim edilmesi konusunda anlaşma yapılıyor. Aradan yine bir süre geçer ve Ayata, İstanbul’da ziyaret ettiği bir aileden, kendilerine cezaevinden çok sayıda kitap teslim edildiğini öğrenir. Derken kendi kitabını da o çalışmaların arasında bulur. Avrupa’ya çıkmadan önce metni birine teslim eder. 1-2 yıl sonra kitap da Avrupa’ya gelir ama metni teslim alan kişi, diğer kitaplar arasına karıştırıp unutur. Ayata’nın kitabı bulması için 2 sene daha geçmesi gerekir. Tam düzeltmelerle uğraştığı bir dönemde bu kez Almanya’da tutuklanır. 3 yıldan fazla kaldığı Alman cezaevleri aslında tam da düzeltme işini bitirmek için olanak sunar ama bu kez metin yine bulunamaz. Ayata, Ekim 2009’da tahliye edildikten sonra yeniden bulur metni, düzeltmeleri yapıp, yayına hazır hale getirir.

Yazar Muzaffer Ayata, kitabın önsözünde de ifade ettiği gibi, aradan geçen 10 yılı aşkın sürede birçok olaya farklı bakmaya başladı. Bundan dolayı kitabın düzeltmelerini yaparken, ya birçok yeri yeniden yazacaktı ya da içeriğin kendisine hiç dokunmayacaktı. Dokunmamaya karar verdi. Doğru olan da o. Çünkü ‘Yaşam Geçidinde Yirmi Yıl’ aynı zamanda geçmişten bugüne ve geleceğe kalan bir belgedir. Ve bir belge olarak da okunmalı. Amacına o zaman ulaşmış olacaktır.

MERAL ÇİÇEK

* 30 Haziran 2011'de Yeni Özgür Politika'da yayınlandı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder