17 Şub 2012

Mizgîn ve Çiya'nın emaneti

Jose'nin bana emanet ettiği kasetler.
Peşimde kovalayan varmış gibi koşar adımlarla yürümemin sebebi, belki de adımlamayı gecikmeli öğrenmiş olmamdır. Etrafımdaki çocuklar birbirini kovalarken, büyüklerce fark edilmeden kapının eşiğinden geçip kaçmayı denerken veya koşarken, ben daha kendi başıma ayağa bile kalkamıyordum. 
Sonra bir gün babam gelmiş köye. O tam ayrılacakken nenemin kucağından kalkıp herkesin şaşkın gözleri önünde ilk iki adımımı atmışım. Üçüncüsünde düşmüşüm. O gün üstümde krem renkli bir külotlu çorap varmış. Sol dizimin tam ortasında giderek büyüyen bir kırmızı leke beliriverince ağlamaya başlamışım. Nenemse ''Dur öpeyim, hemen geçer'' deyip çorabımın üstündeki kankırmızı lekeden öptü. Hikayenin tek hatırladığım karesi bu. Sonra ne zaman bir yerimi incittiysem, annem de hep aynı şekilde öperek geçirirdi acıyı. Çocuktum. Annemin dudaklarının değdiği her yaranın acısının hemen geçeceğine inanıyordum. 
Bunca yıl sonra, ilk adımlarımı attığım o günleri anımsarken aklım büyük yaralarımıza kayıyor. Dil yaramıza. Toprak yaramıza. Kalp yaramıza... Yaradan korkup ağlamak yerine, onu öpmek, bedeninde ve ruhunda en çok yara taşıyanlara mahsustur belki de. Biz de onlardan değil miyiz? 

Ansızın aklıma sözcükler düşüyor. Bîr, birîn, bîranîn... İlk bakışta sadece üç ayrı kelime. Ama Kürdün sözlüğünde yoncanın yaprakları gibidir bu kelimeler. Ki topraklarımızda yoncalar hep üç yapraklı olur. Bîr, birîn, bîranîn... Bellek, yara, anı... Bizim ortak belleğimiz, her an hatırladığımız yaralarla yazılmış. Bedenimize sınır diye işlenmiş yaralar vurur bizi her gün, yeniden ve yeniden. Ama Kürdüz ya. Yaralarımızdan ne kaçarız ne de okşarız onları, acısı hafiflesin diye. Hayır, biz yaralarımızı öperiz. Sevdiğimizden değil, korkmadığımızdan, öptükçe yüzleştiğimizden, yaramızın ta içine, en derinine baktığımızdan. Bundan dolayı dilimizi de yarasından öperiz hep...
Derler ki, dili yaralı olanların dili ortaktır. Konuşulan dil farklı olsa da hislerin dili birdir. Konuşmadan anlarsın söylenmek isteneni. Sözcükler bazen bir bakışta gizli olur, bazen bir dokunuşta. Ama her sözcük bir bakışa, bir dokunuşa sığmaz. Ve başka bir ortak dile ihtiyaç duyarsın...
Bundan tam 4 yıl önceydi. Adı, dağları, dili yaralı bir halkın topraklarına ikinci yolculuğumdu. Yağmur mevsimi idi. Durmadan yağıyordu. Bir tarafı okyanusa bakan dağların yeşilliğinin sırrı da bu yağmurdu. Bu halk da adını dağlarından almıştı, tıpkı bizim gibi. 
Duvarlarında Bilbolu siyasi tutsakların fotoğraflarını taşıyan bir derneğe girdik. Fotoğraf, bellek demektir. Fotoğraf acı, yara demektir; unutmaya - unutulmaya karşıdır. Bîr'dir, birîn'dir, bîranîn'dir fotoğraf. 
Bir masanın etrafında benim kuşağımdan aktivistler bekliyordu. O masaya doğru yürürken bir adam hemen ayağa kalktı. Babam olabilecek yaşta. Hatta yaşça babamdan da büyük. Yüzünden hem bilgelik, hem şefkat, hem acı hem de umut okunuyordu. Hiçbir şey demeden, biraz da utangaçça elini uzattıktan sonra sarıldı bana, yoldaşça. Kendini tanıtmak için, biraz da çaresiz gözlerle sağına-soluna baktı. Desteğe ihtiyacı vardı. Masadakilerden birine Baskça bir şeyler söyledi. Sonra bozuk bir İngilizce ile tercüme edildi sözleri: "Bu Jose, burada olduğun için çok mutlu."
Birer Cortado içtik. Sohbet ediyorduk İngilizce. Jose pek anlamadığı halde büyük bir dikkatle dinliyor, bazı zamanlarda yanındakini dürtüyordu, tercüme etmesi için. Sonra onların derneğine geçtik. Hepsi, mücadeleci halklarla dayanışma çalışmasını yürüten Askapena'nın Bilbo şubesinin aktivistleri. 
O akşam geç saatlere kadar Kürdistan'da yürütülen mücadeleyi tartıştık. En çok Jose soru soruyordu. Özellikle Kürt hareketindeki paradigma değişimini ve Demokratik Konfederalizm modelini merak ediyordu. Sorduğu sorular, hayata ne denli derin bir noktadan baktığını göstermeye yetiyordu. Ama en çok da şefkatle bakan gözlerinden, daha yeni tanıştığım bu insanla aramızda ne denli derin ortaklıkların olduğunu anlayabiliyordum. 
Çıkıp tepeden aşağıya yürüdüğümüzde yağmur durmuştu. Jose, dar kaldırımda yanımda yürüyordu. Bir şeyler anlatmak istiyordu. Ancak o dar kaldırım yolunda üç kişinin yan yana yürümesi mümkün değildi. İspanyolca basit cümleler kuruyordu ama ben söylediklerini anlayamıyordum. Bu kez gözleri hüzünle doluyordu. Bir dilimiz birdi, öbüründe anlaşamıyorduk. 
Ayrılmadan önce, bir sonraki gün gitmeden mutlaka beni görmek istediğini söyledi. Arkadaşlarından tercüme için gelecek birini ayarlamaya çalışıyordu. İlk etapta herkes zamanlarının olmadığını söyleyince öfkelendi. Sonra yine o şefkat yayıldı simasına ve "bir şekilde bir yolunu buluruz" der gibi kafasını salladı. 
Ertesi gün sözleştiğimiz saatte geldiğinde, yanında tercüme edebilecek kimse yoktu. Biraz bekledik. Kimse gelmedi. Zaman giderek azalıyordu, başka bir şehre gitmem gerekiyordu. Eskimiş çantasını masaya koydu, içinden bir şey çıkardı. Gözlerime inanamadım. Weşanên Hunerkom'dan iki kaset. Biri, Koma Berxwedan'ın "Govenda Me" kaseti, öbürü Seyitxan'ın "Çiyayê Agrî" albümü. "Apo hate Hîlwanê" şarkısıyla başlayan "Govenda Me" kasetinin kapağında, elle çizilmiş bir resim vardı. Dağda savaşan gerillaları gösteriyordu; ellerinde keleşler, başlarında kızıl yıldızlı bereler. O kaseti ilk defa görüyordum. 
Ne diyeceğimi bilemedim. Bu kasetlerin Jose'de ne işi vardı, nereden almış olabilirdi? Kasetleri bana uzattı. Bana vermek istiyordu. Bunu kabul edemezdim, bir şekilde ona bu kasetlerin çok eski, çok kıymetli olduğunu, almamın doğru olmayacağını, onda kalmalarının daha anlamlı olacağını anlatmaya çalışıyordum. Ama o ısrarla kasetleri elime tutuşturuyordu. Bu kez sözcükler kullanmadan, ortak dilimizin bakışlarıyla kasetleri alamayacağımı söyledim. O aynı dilden yanıt verdi. İstemeden kabul ettim, kasetleri aldım. Sonra barda oturup İngilizce bilen birinden yardım istedim ve Jose'ye, bu kasetleri emaneten alacağımı, onlara iyi bakacağımı ama günün birinde bu kasetleri ona geri vereceğimi söyledim, o da gülümseyerek kabul etti. 
Bask Ülkesi'nden döndükten sonra Seyitxan'a anlattım bunları. İlk albümünün Bask'tan çıktığını duyduğunda, bunun kendisi için çok büyük sürpriz olacağını düşünüyordum, o kasetlerin hikayesini bilmeden. 
Meğer Seyitxan, 1992'de Tatvan'da yaşamını yitiren Hozan Mizgîn (Gurbet Aydın) ve 1997'deki Hewlêr Katliamı'nda öldürülen Hozan Çiya (Gazi Sayan) ile ya 1986 ya da 1987 yılında Bask Ülkesi'ne gitmişler. Hunerkom sanatçıları olarak Bilbo'da, yüzbinlerce insanın katıldığı bir festivale davet edilmiş, orada Kürtçe halk şarkıları ve marşları seslendirmişler. 
Hatıra diye kaset bıraktıkları Basklardan biri de Jose. O kasetleri, Mizgîn ve Çiya'nın artık hayatta olmadığını bilmeden 20 yılı aşkın bir süre korumuş. Koruma sırası şimdi bende. Ama sözleştiğimiz gibi bir gün o kasetleri Bask Ülkesi'ne geri götürüp Jose'ye vereceğim. O gün geldiğinde yine aynı dilde susup, farklı dillerde konuşacağız...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder