22 Tem 2011

Kökleri havada bir aşkın mektupları

MERAL ÇİÇEK

Sesleniyor daha tatlı çalın ölümü çünkü o Almanya'dan
gelen bir ustadır
sesleniyor daha boğuk çalın kemanları sonra sizler
duman olup yükseliyorsunuz göğe
sonra bir mezarınız oluyor bulutlarda rahat yatılıyor

Gece vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
sonra öğlen vakitlerinde ölüm Almanya'dan gelen bir ustadır
akşamları ve sabahları içmekteyiz hiç durmadan
ölüm bir ustadır Almanya'dan gelen gözleri mavi
bir kurşunla geliyor sana tam göğsünden vurarak
bir adam oturuyor evde senin altın saçların Margarete
köpeklerini salıyor üstümüze havada bir mezar
armağan ediyor
yılanlarla oynuyor ve dalın düşlere ölüm Almanya'dan
gelen bir ustadır

senin altın saçların Margarete
senin kül olmuş saçların Sulamith*


* * *
"Auschwitz'den sonra şiir yazılamaz" demiş Adorno. İnsanlığın, yaşama dair olan her şeyin isli fırınlarda yakıldığı, soğuk 'duşlarda' zehirlendiği, siyah-beyaz avlularda kazıtıldığı Auschwitz. Mets Jerern'in, Dêrsim'in öteki adı. Mümkün mü Ölüm Fügü'nden sonra yaşamak, şiir yazmak - ölümün dilinden? Paul Celan bunu denedi. Şiir yazdı, 'artık zamanıdır' dedi. Belki de inatla "Auschwitz'den sonra şiir yazılmalı" dedi. Ki, bazen susmak da şiire dahildir. Ama O da, elinde bir tutam altın saç ile, Seine nehrinde kendi toplama kampını buldu. "Hayatım sona erdi, nakil esnasında nehirde boğuldu" diyecekti Ingeborg Bachmann. Paul Celan ve Ingeborg Bachmann; savaş sonrası Almanca edebiyatının en önemli sesleri. Zaman ve mekana yenilen iki aşık.
İnsanlığı Auschwitz'ten sonra sözle, şiirle kurtarmak isteyen iki edebiyatçı - biri Çernovitzli Yahudi, öteki Nazi'nin kızı.
Yolları, 16 Mayıs 1948'de Viyana'da kesişir. Bachmann burada felsefe öğrenimini sürdürmektedir, Celan ise hayatı boyunca peşini bırakmayacak kabusun ayaklarına yapışmış gölgesinden sıyrılmaya çalışıyor. 28 yaşına girmedi henüz. Ki, yaş artık izafi bir şeydi O'nun için. Binyıllık kırışıklıklarla dolan kalbinin yüzünü hiçbir şey ütüleyemezdi artık. Oysa bugünkü Romanya'nın kuzeyinde, Almanca, Romence, Ukraynaca ve Yiddiş dillerinde konuşan Çernovitz'te, hemşehri olan şair Rose Ausländer'in dediği gibi 'kardeş türküleri' söylenirdi. Yahudi'ydi, anadili Almanca'ydı. Anadili ölüm diline dönüşecekti. 1942 yılının Haziran ayıydı. Naziler Çernovitz'e baskın düzenler. 22 yaşındaki Celan, anne-babasına yalvarır kendisiyle birlikte bir fabrika binasında saklanmaları için. Ama onlar başı dik karşılar ölümü. O gizlenirken, onlar toplama kampına götürülür. Aynı yılın sonbaharında babası tifüsten ölür, annesi ise infaz edilir. Suç, O'nda değildi, ama kendini affetmez ömrü boyu. Ki, kendisi de Nazilere ait kamplarda tutulur.
Ve Ingeborg Bachmann. 1926'da Avusturya'ya bağlı Klagenfurt'ta dünyaya gelir. Babası 1932'de Hitler'in 'Nasyonalsosyalist Alman İşçi Partisi'ne (NSDAP) katılır ve Nazilerin Avusturya'ya girişini selamlar. Bachmann, Nazi ordusunun istilasını daha sonra çocukluğunu paramparça eden an olarak nitelendirir. O da Nazi faşizminin ve İkinci Dünya Savaşı'nın derin etkisi altındadır. Ama Paul Celan'dan farklı olarak. Yahudi değildi, Avusturyalı olduğundan Büyük Alman İmparatorluğu'nun vatandaşıydı hatta. Paul Celan ise anne-babasını, yurdunu, köklerini kaybetmişti.
* * *
Ve 'Kalp Zamanı'nın başlangıcı: İki genç edebiyatçı tanışır tanışmaz aşık olurlar. Tanıştıktan 4 gün sonra, 20 Mayıs 1948'de başlar aslında hiç yaşayamadıkları aşkları hala işgal altındaki Viyana'da. Ingeborg Bachmann, aynı gün ailesine mektup yoluyla 'Sürrealist şair Paul Celan'ın kendisine aşık olduğunu ve odasını gelincik tarlasına dönüştürdüğünü söyler. Celan ise, 3 gün sonra 'Mısır'da' şiirini ona atfederek, iki trajik hayatın romanı haline gelecek olan mektuplaşmayı başlatır. Bachmann'a atfettiği ilk şiir olan 'Mısır'da' için şöyle bir açıklama yapar: "O şiiri ne zaman okusam senin onun içine girdiğini görüyorum. Sen benim sözlerimi haklı çıkaran şey olduğun ve öyle de kalacağın için benim yaşama nedenimsin." 'Kalp Zamanı'dır artık...
Şiir hediyesi ile başlayan mektuplaşma 1967 yılının sonbaharına kadar sürer. Mektuplaşırlar, çünkü bu 20 yıllık sürede birbirlerini neredeyse hiç göremezler. İngeborg Bachmann, önce Avusturya, sonra Almanya, zaman zaman İtalya'dadır. Celan ise Paris'te yaşıyor. Temel iletişim araçları, tam da gönderen ile alıcı arasındaki mesafeyi katederek, elden ele geçerek yerine ulaşan mektuplardır. Ki, mürekkep kolayca akmıyor kağıda.
Mektubun dili ilk başta biraz da utangaçcadır. Mekanın ayırdığı iki sevgili, henüz ad koymamış olmanın çekingenliği var üzerlerinde. Varlık ad mı gerektirir? Adı olmayan yok mudur? Adsızlık yokluk mudur? Ki, sözden önce duygu vardı. Ve duygu kendi dilini bulur: "Paul, sevgili Paul, sana ve masalımıza hasretim. Ne yapayım? Benden o kadar uzaktasın ve daha kısa bir süre öncesine kadar hoşnut olduğum kartpostal selamların artık bana yetmiyor." (I.B.'dan P.C.'a, Mayıs sonu/Haziran başı yazılmış ama gönderilmemiş mektuptan). Ve sonra, bu kez gönderilen, 24 Haziran 1949 tarihli mektubunda: "Hiç düşünmediğimden, bugün, arife gününde - geçen sene de öyle olmuştu ya - kartın uçarak geldi, kalbimin ortasına. Evet, öyledir, seni seviyorum, o zamanlar hiç söylemedim. Gelinciği yeniden hissettim, derinde, çok derinde, o kadar güzel büyü yaptın ki, hiç unutamıyorum."
* * *
Ama 'Kalp Zamanı' aynı zamanda sözlüğün dev sayfaları arasında kendini bulamayan iki kadersizin de hikayesidir. Kağıda dökülen her sözün varlığı dolmakaleminin kara kanına esir sözlerde gizlidir. Ve söylenen her sözün yanında söylenmemiş sözler durur. Anlamını yitiren sözü yeniden yaratmaya adanmış Paul Celan ile Ingeborg Bachmann'ın mektupları, suskunluğun perdesini yırtma çabalarının ifadesidir. Öyle ki, hem söz ararlar hem de esirgerler. Kimi zaman bir söz için birbirlerine yalvarırlar: "Yaz bana, yaz ki seni bileyim ve hızlı firari günlerle (...) bu kadar yalnız kalmayayım" der Bachmann. Ve Celan da bu esaslı ihtiyacını itiraf eder: "Şimdi sana yazıyorum, sadece birkaç satır, senden de birkaç satır dilemek için."
"Gel, sözleri bulalım" diyor Bachmann. Ve bu suskunluk, belli periyotlara ayırılabilecek mektuplaşmaların en temel elementidir belki de. Toplam 196 belgenin (mektuplar, kartpostallar, telegramlar, ithaflar ve bir not) geriye kaldığı bu mektuplaşma şu şekilde dönemlere ayırılabilir: Celan'ın 1948 Haziran sonu Viyana'dan ayrılıp Paris'e gidişi, ardından uzun bir süre görüşemedikleri Niendorf toplantısı (Mayıs 1952), Ekim 1957'de Wuppertal'de yapılan bir konferanstan sonra aşk ilişkisinin yeniden başlaması, Bachmann'ın 1958 yılında Max Frisch ile tanışması ve son olarak da 1961 sonlarında Celan'ın ağırlaşan psikolojik kriz durumu. Her periyod kendi suskunluğuna sahiptir.
* * *
"Bütün kayıplar arasında erişilebilir, yakın ve kayıpsız kalan tek şey: Dil. Dil kayıpsız kaldı, evet, her şeye rağmen. Ama kendi yanıtsızlıklarının içinden, korkunç suskunlaşmanın, ölüm getiren konuşmanın bin türlü karanlıkların içinden geçmek zorunda kalmıştı. İçinden geçti ve yaşanılanın tarifi için söz vermedi; ama bu yaşanılanın içinden geçti. İçinden geçti ve yeniden günyüzüne çıkabildi, bütün bunlarla 'çoğalarak'. (...) İşte bu dilde, o yıllarda ve sonraki yıllarda, şiir yazmaya çalıştım." (Paul Celan'ın, 1958'de layık görüldüğü Bremen Edebiyat Ödülü'nü alırken yaptığı konuşmadan)
* * *
Paul Celan Ingeborg Bachmann'a son mektubunu 30 Temmuz 1967'de yazdı. Kısa bir not niteliğindedir, ama - bir istisna dışında - 6 yıl mektuplaşmadıkları düşünüldüğünde, Frankfurt'ta kaleme alınan bu mektubun hem yazan hem de alan açısından acıklı bir döküman olduğu düşünülebilir. Ve bir vedadır; başlamış olan ayrılığın nihailiğinin erken habercisidir. Zira Paul Celan 20 Nisan 1970'de kendini Paris'te Seine nehrinin kollarına bırakır. Ingeborg Bachmann ise 1973 yılının sonbaharında, Roma'daki evinde bir sigaranın neden olduğu yangın sonucu hayata veda eder. Geriye 'Kalp Zamanı' (Herzzeit) adıyla yayınlanan mektupları kalır...

* Paul Celan'ın 'Ölüm Fügü' şiirinden


Piştî Auschwitzê

Hêrs,
bi qasî qinareyê reş,
min digire ji nişkê ve.
Her roj,
her Naziyekî,
di 8’ê serê sibehê de, zarokekî virnî digirt,
ji bo taştiyê ew diqeland
di taweya xwe de.

Û mirin bi kuja çav lê dinihêre
û diniqniqîne gemara di binê neynûka tiliya wî de.

Mirov hov e,
bi dengekî bilind dibêjim.
Mirov kulîlkek e,
ku divê bê şewitandin,
bi dengekî bilind dibêjim.
Mirov
balindeyek e, mişt herrî,
bi dengekî bilind dibêjim.

Û mirin bi kuja çav lê dinihêre
û qûna wî dixurîne.

Mirovê pêçî biçûk î helesor,
tilî mûcîzat,
ne peristgehek e,
gomek e,
bi dengekî bilind dibêjim.
Bila mirov çu carî dîsa fîncana xwe ya çayê raneke.
Bila mirov çu carî dîsa pirtûkekê nenivîse.
Bila mirov çu carî dîsa sola xwe pê neke.
Bila mirov çu carî dîsa çavên xwe raneke,
şeveke Tîrmehê ya nerm.
Çu carî. Çu carî. Çu carî. Çu carî. Çu carî.
Ez wan tiştan bi dengekî bilind dibêjim.

Anne Sexton
Ji îngilîzî: Kawa Nemir



13 Kasım 2010'da PolitikART'ta yayınlandı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder