9 Ağu 2011

Joseba Sarrionandia’nın sürgünü

Nikaragua’nın atlantik kıyısına yakın bir kulübe. Tropikal kuşağın nemli ve sıcak havasından kaçıp, kulübeye sığınan bir adam. Donmuş. Damarlarındaki kan buz tutmuş. Tropikal güneşin altında üşüyor. Anılarını yitirmiş, dilini unutmuş. Sürgün belleğini buzdağların çevrelediği derin sularda hapsetmiş...

***

“Arkadaş donmuş. Bugün gelen notların birinde öyle yazıyordu.
Goio donmuş. Onu en kısa zaman içinde ziyaret etmelisin. Josean


Ve ikinci bir notta:

Maribel, postacı sen değil miydin? Posta kutumuz pas tutmuş ve kuşlar içinde yuva kurmuş. Oysa çoğumuzun posta kutusu uzun bir süreden beri pas tutmuş kuş yuvalarıdır. Hayvanlar, kuluçkaya yatmak ve yavrularını büyütmek için kutuları işgal etmiş. Benim görevim, parçalı bir şekilde yaşayan arkadaşlar için mektup ve paketleri karşılamak ve en kısa süre içinde dağıtmaktır. Herkes gibi ben de her zaman uzaktaki yurdumuzdan buraya ulaşacak olanı beklerim. Tomas’a yazacağım telegrafta postanın gelmemesinden postacının sorumlu olmadığını söyleyeceğim.

Kelime olarak donmak, bir vücut veya bir madde içinde bulunan sıvının ta ki sertleşinceye kadar soğuması anlamına gelir. Goio donmuş - kim bilir Josean ne demek istemiştir. Goio yaklaşık 40 seneden beri tek başına, sürgünde, kağıtsız yaşıyor....”

Joseba Sarrionandia veya Bask Ülkesi’nde kendisine hitap edildiği gibi ‘Sarri’nin ‘Donmuş Adam’ (Lagun izoztua) isimli romanı bu satırlarla başlıyor. Siyasi faaliyetleri nedeniyle Bask Ülkesi’ni terk edip, o çok uzaktaki Latin Amerika’ya gitmek zorunda kalan Goio’nun hikayesini anlatıyor. Sürgünün romanıdır. Aidiyetsizliğin romanıdır. Ve aslında Joseba Sarrionandia’nın kendi hikayesidir...

***

Sene 1958. Charles de Gaulle Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı oluyor, Niger Cumhuriyeti kuruluşunu ilan ediyor, NASA kuruluyor. Ve diktatör Franco tarafından ‘hain’ ilan edilen Bask Ülkesi’nin işçi kenti olan Bilbo’ya yakın Iurreta’da Joseba Sarrionandia dünyaya geliyor. Kültürel soykırım karşısındaki suskunluğun yavaş yavaş sona erdiği yıllardır. Bir yıl sonra ‘Ülke ve Özgürlük’ün kısaltılışı olan ETA kurulacak. Ve Joseba’nın çocukluğu tam da anasından öğrendiği dili derste konuştuğu için ceza aldığı, çelişkilerin en yoğun hissedildiği dönemde geçer.

Yasak bir dilin edebiyatına sevdalanır gençliğinde. 19’una geldiğinde yazar Bernardo Atxaga ve müzisyen Ruper Ordorika ile modern Bask edebiyatının gelişiminde önemli bir yere sahip olan POTT isimli edebiyat dergisini kurar. Fakat yasak bir dilin edebiyatını yazmak yetmez ona; halkının bir de özgürlük mücadelesi var. Franco’nun 1975’teki ölümünden sonra demokrasiye geçişin sözde kaldığını görünce ETA’ya katılmaya karar verir. Ancak çok geçmeden henüz 22 yaşındayken üyelikten tutuklanır, ağır işkencelerden geçirilir ve banka soygunlardan hapse mahkum edilir. Hapiste yazmaya devam eder. Öyle ki, ilk şiir kitabı kendisi içerideyken 1981’de yayımlanır. 1983 yılında öykülerinden oluşan kitabı çıkar, iki yıl sonra da denemelerden oluşan ve Bask Ülkesi’nde klasikleşen ‘Hiçbir yerde, her yerde’ yayımlanır.

***

Kökleri orada olan (1980)

Kökleri orada olan
başlangıcını kolay kolay bırakamaz.
Ağaç toprağı kolay kolay terk etmez
kesilip, tahta haline getirilmezse.
Göz bebeği gözü terk etmez,
karganın ağzında değilse eğer.
Tuz denizi kolay kolay terk etmez,
kum da çölü.
Çiçekler baharı terk etmez,
kar beyazı.
Kökleri orada olan
başlangıcını kolay kolay terk etmez.

***

Basklı gazeteci Hasier Etxeberria’nın Bask Ülkesi’nin en ünlü beş yazarını tanıttığı ‘Bost Idazle’ isimli kitabının kapağında söz konusu yazarların fotoğraflarına yer vermiş. Kapakta dört fotoğrafın yanı sıra arkadan çekilmiş bir baş var. Bu, Sarrionandia’nın başıdır. Kimse onun günümüzde nasıl göründüğünü bilmiyor. Kimse onun nerede yaşadığını bilmiyor. Kimse kullandığı sahte kimliğindeki ismini bilmiyor. Çünkü en çok okunan Basklı yazarlardan Joseba Sarrionandia tam 23 yıldan beri yeraltında yaşıyor, ülkesi ve halkından uzak, ama bir o kadar yakın... Sene 1985. Martutene Cezaevi, İspanya tarihinin en ilginç kaçırma olayına sahne olur. San Fermin bayramı olan 7 Temmuz vesilesiyle Imanol Larzabal isimli Bask sanatçı tutuklulara konser verir. Konserden sonraki sabah yapılan yoklamada iki eksik çıkar: Joseba ve arkadaşı Inaki Pikabea. Cezaevi didik didik aranır, ama iki ETA’lı mahkum bulunmaz. Çünkü onlar, konserden hemen sonra müzik hoparlörleri taşıyan kamyon içinde, hoparlör görünümündeki kutular içinde gizlenerek cezaevinde kaçırıldılar. Özgürdüler artık. Ancak dört duvardan kurtuluşun bedeli sürgün oldu... Önce Fransa’ya, ardından Çek Cumhuriyeti üzerinden Cezayir’e kaçar. İzlerini burada kaybettirir. Latin Amerika’ya gittiği düşünülse de, gerçekten nerede olduğunu kimse bilmiyor. Çok da önemli değil belki. Sürgünde olduktan, kendi ülkenden uzak olduktan sonra yaşadığın ülkenin nasıl bir önemi olabilir ki?

Herhangi bir yerde (1992)

Kalıyoruz veya gidiyoruz.
Yine de, kalıyorsak, biraz da gitmiyor muyuz?
Ve gidiyorsak, kalmıyor muyuz?
Burada, kalıyor ve gidiyor muyuz?
Veya hala gelmekte miyiz?
Ve oraya ulaştığımızda, buraya dönmek
ya da daha uzak bir yere doğru
yola çıkmak için olmayacak mı?
Oradan geldiğimizde, orada kalacak mıyız?
Burada kaldığımızda,
burada kalacak mıyız?
Buradan gittiğimizda,
oraya dönecek miyiz?
Gitmek her zaman
dönmek midir?
Hiçbir zaman olmadığımız
yerlere dönecek miyiz?
Ya dönmek
daha uzak bir yere gitmekten başka bir şey değilse?
Kalan, sonsuza dek kalacağını mı düşünüyor yoksa?
Kalmak kaçınılmaz mıdır,
yola çıkmak ve ulaşmak
imkansız olduğunda?
Yola çıkan hiçbir zaman herhangi bir yerde kalmayacak mı?
Ya da dönecek mi?
Ama dönen, yola çıktığı yere
döner mi?

***

Kuşlar, nefes almayı bıraktıklarında değil, uçma istemini kaybettiklerinde ölürlermiş. Ve sürgündeki insan da kendi topraklarından, halkından, kültüründen uzakta benliğini yitirmemek için ilk önce diline sarılır. Hele hele yasaklı bir halkın yasaklı diliyse. Bir de anılara. Çünkü anılar, sürgündekini ülkesine götüren son köprülerdir. Bu gerçek Joseba Sarrionandia için de geçerlidir. Ve o sanki kalemiyle, şiirleri ve romanları ile yeni köprüler kurma uğraşı içindedir. Mesafeyi, uzaklığı bu şekilde aşmaya çalışıyor gibi. Kendi sürgündeyken, kitapları toprağına ulaşmalı, sesini halkına ulaştırmalı. Anlatmalı uzak olmayı, bir hücreden yeni bir hücreye düşmeyi, isimsiz, yurtsuz olmayı, kalabalıklar içinde kaybolmayı. Anlatmalı sürgünü. Bir ülkeyi çok sevmek uğruna gidilen sürgünü.

Bunun için yeniden sorguladı sürgünü. Ülke, dil, kimlik, uzaklık gibi kavramları yeniden sorguladı. Çocukluk yıllarına döndü, oradan gençliğine geldi. Anılarına sarıldı. Ki, her anı bir yolculuktu aslında. Hepsi biraraya getirildiğinde ise yaşama dönüşüyorlardı. Ve yolculuklardan oluşuyorsa hayat, durması asla mümkün olmaz. Çünkü bitmeyen bir yolculuktur hayat.

‘Donmuş Adam’ın başarısının altında, dünyanın dört bir yanında yüzbinlerce, belki de daha fazla insanın yaşadığı sürgün gerçekliğini olağanüstü zengin ve betimsel bir dille anlatıyor olmasında yatıyor. Sürgünün verdiği acıların, insandan kopardıklarının en çıplak bir şekilde kağıda döküldüğü ve yazarın 23 yıldan beri aranan bir ETA militanının olmasına rağmen İspanya Edebiyat Eleştirisi Ödülü’ne layık görülen bu eser, Sarrionandia’nın mücadeleci kişiliğinden olsa gerek, karanlığa bir ışık yakarak bitiyor:

“Soğuktur ve rüzgar anıların acısı ile dolu bir havayı getiriyor, geçmiş bir geleceğin içindeki bir yaşamın yankısı. Denizin üzerinde sayısız martı gelen ve giden gemiler etrafında uçuşuyor. Geleceğe doğru yol aldığın halde geçmişe yakınlaşıyormuşsun gibi bir hisse kapılacaksın. Gerçekte sahip olunabilenden fazlasına sahip olduğundan dolayı herşeyi kaybettin, ama buna rağmen hepsinden daha önemlisinin kaldığını bileceksin: Zaman. Evet, zaman. Ve maceran Odise’ninkinden daha etkileyici olacaktır. Çünkü nereye gelsen de, daha önce hiç gitmediğin yerlere döneceksin.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder