9 Ağu 2011

Toplumun vicdanı olarak yazar

Ölümünden kısa bir süre önce, 1984 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Çek şair Jaroslav Seifert, 1956’da ülkesinde gerçekleştirilen yazarlar kongresinde yaptığı konuşmada, yazarı toplumun vicdanı olarak tanımlar: “Yazar, ulusunun vicdanıdır. Bu yeni bir fikir değildir, tersine. Ve bugün şunu söylemek istiyorum: Keşke biz yazarlar tam da şimdiki zamanda ulusumuzun vicdanı olsaydık! Halkımızın vicdanı olsaydık! İnanın bana, yıllardan beri halkın vicdanı olmadığımızı düşünüyorum. Ne kitlelerin olabildik, ne milyonların vicdanı, ne de kendimizin vicdanı olabildik. (...) Hiç de sıradan olmayan insanların ağzından bugün yeniden ve yeniden, yazarın gerçeği yazmasının önemli olduğunu duyduk. Ben bundan şöyle bir sonuç çıkarıyorum: Demek ki, son yılların yazarları gerçeği yazmadılar. Gerçeği yazdılar mı, yazmadılar mı? Gönüllü mü, gönülsüz mü? İsteyerek mi, istemeyerek mi? Coşkusuz mu, içten onayla mı? Herhangi biri gerçeği gizlerse, buna taktik manevra denilebilir. Ama yazar gerçeği gizlerse, o zaman yalan söylüyordur.”

Yazar, toplumsal gerçek karşısında sessiz kalabilir mi? Ve sessiz kalıyorsa eğer, ona yazar demek mümkün müdür? Alman yazar Paul Ernst, ‘Chriemhild’ adlı oyununun sonsözünde “Şair öğretmek veya düzeltmek istemez, sarsmak ve ayağa kaldırmak ister” cümlesiyle yazarın toplumsal rolünü vurgular. Silahı olan kelimelerle sarsmalı toplumu, onların ayağa kalkmasını sağlamalı. Edebiyat, böyle bir güce sahip. Ancak böylesi bir edebiyatın raflardaki yerini giderek toplumun uyuşturulmasında işlev gören ‘eğlence romanlarına’ devrettiği bu zamanlarda kalemin sarsıcı gücü unutulurken, geçmişe bir göz atmak unutulanı hatırlamak açısından öğretici olacaktır.
Değişik zamanlarda çok büyük etki yaratmış olan sayısız edebi eser vardır. Zira edebiyatın böylesi bir etki gücü olmasaydı, hakikatten korkanlar kitapları meydanlarda ateşe vermezdi. Kalemini silah gibi kullanan yazarlardan biri de, meşhur “Vakti gelmiş bir fikirden daha güçlü bir şey yoktur” sözünün sahibi Victor Hugo (1802-1885). En tanınan, yayınlandığında olağanüstü bir ilgiyle karşılanan romanı ‘Sefiller’ olmasına rağmen, hem edebiyatta hem de kendi siyasi yaşamında tek bir çizgide ilerlemeyen Fransız yazarın henüz 26 yaşındayken kaleme almış olduğu ‘Bir İdam Mahkumunun Son Günü’ adlı eseri gerçekten sarsıcı nitelikte olup, ayağa kaldırmayı başarmış bir yapıttır.

Bir idam mahkumunun güncesi şeklinde yazılan romanda, idama mahkum edilmiş bir kişinin son günlerini anlatıyor. Süslenmemiş kelimelerle idamını bekleyen, ancak son ana kadar da yüreğinin bir köşesinde yaşama umudunu diri tutan bir insanın duygu ve düşüncelerini, anılarını ve korkularını öğreniyoruz. Acıların güncesidir, adını bilmediğimiz, nasıl bir suçu işlediğini öğrenmediğimiz, ancak bütün insani yönleriyle tanıdığımız ve ölmesini istemediğimiz bir insanın ölüm güncesidir. Kelimeler soğuk ve çıplak, çırılçıplak... “Ölüme mahkum! Beş haftadan beri bu düşünceyle yaşıyorum, daima onunla yalnız başıma, daima onun varlığında donmuş vazifede, daima onun ağırlığı altında ezilmiş! Sanki haftalar değil de yıllar önce, ben de herkes gibi bir insandım. Her günün, her saatin, her dakikanın kendi düşüncesi vardı. Ruhum, genç ve zengin, hayallerde yüzerdi. Eğlenerek hayalleri tek tek yanından geçirirdi, kural ve son olmadan. Hayatın çiğ ince kumaşına aralıksız arabeskler dokurdu. Genç kızlar, parlak salahiyet pozisyonları, kazanılmış meydan savaşları, görkemli tiyatro gösterileri ve yine genç kızları, onlarla geceleyin geniş dallı kestane ağaçların altında yürümeyi hayal ediyordum. Düşlerim daima ateşliydi. Hala istediğim şeyi düşünebiliyordum, özgürdüm. Şimdi tutsağım. Vücudum demirlere bağlanmış, bir cezaevinde, zihnim felçli ve bir düşünce tarafından zincirlenmiş. Dehşetli, kanlı, uzlaşmaz bir düşüncedir. Tek bir düşüncem, bir inanç ve bir kanaatim kalmış: Ölüme mahkum edilmiş!”

1828 yılıydı. 26 yaşındaki Victor Hugo Paris’te, idamların gerçekleştirildiği meydandan geçerken, aniden durup, karşısında son hazırlıklarını yapan cellada bakar. Bir süre izler celladı. 8 yıl öncesine gider, giyotin yolunda olan bir idam mahkumu ile karşılaştıktan sonra yaşadığı şoku anımsar. Birkaç gün sonra şahit olduğu idam gözlerinin önünde canlanır tekrar. Ve hızlı adımlarla uzaklaşır idam meydanından, doğrudan evine gider ve vicdana çağrı niteliğindeki eserini yazmaya başlar.
Hugo, 1829 yılında yayımlanan kitabı ile hem Fransa’da, hem kitabın çevrilip basıldığı diğer Avrupa ülkelerinde konuyla ilgili bir tartışmanın başlamasına vesile olur. Ki o güne dek, Cesare Beccaria’nın ‘İnsanlığa Bildirisi’ dışında benzer nitelikte idam cezasını sorgulayan bir eser yazılmamıştı. Ve ‘Bir İdam Mahkumunun Son Günü’ yayımlandıktan kısa bir süre sonra Fransa’da idamların sayısında büyük düşüş yaşanır. Kitabın diğer bir başarısı ise, ülkede “hafifletici sebepler” kavramının hukuka dahil edilmesiydi.

Hugo’nun bu kitabından çok etkilenen biri de, 19’uncu yüzyıl Rus edebiyatının büyük kalemi Fyodor Dostoyevski (1821-1881). Ki Dostoyevski, son anda idam edilmekten kurtulan bir yazar. 22 Aralık 1849’da kardeşine yazmış olduğu mektubunda, daha sonra ‘Budala’ adlı romanında işleyeceği bu tecrübeyi şu şekilde ifade eder: “Bugün Semyonov Meydanı’na götürüldük. Orada idam kararımız okundu, bize haçı öptürdüler, başlarımız üzerinde kılıcı kırdılar ve bize beyaz gömlekler giydirdiler. (...) Sonra bizden üç kişiyi, idam kararını infaz etmek için direğin önüne dizdiler. Ben sıradaki altıncı kişiydim; üçer kişilik gruplar halinde çağrıldık ve ben de böylece ikinci gruptaydım, bir dakikadan az ömrüm kalmıştı... Yanımda duran Pleştşeyev ile Durov’a sarılma ve onlarla vedalaşma vaktim kalmıştı. Sonra geri çekilme talimatı verildi, direğe bağlananlar geri götürüldü ve şahane majastenin hayatımızı bağışladığı yönündeki karar okundu.” İdam cezası Sibirya’da angaryaya çevrilen Dostoyevski, Victor Hugo’nun ‘Bir İdam Mahkumunun Son Günü’nü edebiyat tarihinin en iyi eserlerinden biri olarak nitelendirirken, Hugo’nun idamı bekleme anını kendisinin bile edemeyeceği kadar mükemmel ve insani bir şekilde anlatmayı başardığını vurguladı.

Ve Hugo’nun eserinin başarısı belki de tam bu noktada gizlidir. Belki de edebiyat tarihinin en insani eserlerinden biridir. Victor Hugo, kitabı yayımlandıktan kısa bir süre sonra bir arkadaşına yazdığı mektubunda “Acı çekenleri düşündüm. Bütün hazinem budur” der. Çok doğru sözler...


Mors

Gördüm o biçiciyi, işinin başındaydı tarlada
Kesip biçerek ilerliyordu kocaman adımlarla
Batan günün kızıllığıı geçiyordu iskeletin içinden 

Karanlıkta her nesne titrer ve gerilerken
Tırpandaki yalazı izliyordu insanoğlu
Ve utku kemerli altında görkem dolu,
Utku esriği utkunlar devriliyordu peşpeşe
O güzelim Babil’i çeviriyordu çöle
Tahtı darağacına, sehpayı saltanata
Gülleri gübreye, çocukları kuşa
Hazinleri küle, anaların yaşını sele döndürüyordu
Haykırıyordu kadınlar: Geri ver çocuğumuzu
Sen alıp gidesin diye mi dünyaya getirdik biz onu?
Yeryüzünü feryatlar kaplamıştı dört yandan
Etsiz parmaklar fışkırıyordu sefalet yataklarından
Buzlu bir yel uğulduyordu yüzbinlerce kefende
Kara tırpan altında çılgına çevrilen kitle
Karanlıkta benziyordu kaçan bir korkmuş sürüye
Çiğnediği her yerde herşey ürkü, yas ve gece!
Arkada, alnı tatlı bir ışıkla yıkanan melek
Ruhların demetini taşıyor gülümseyerek

Victor Hugo

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder