Sene 1935. Mao öncülüğündeki yaklaşık bir yıllık Uzun Yürüyüş hedef noktasına varıyor. ABD’de Gottfried Krueger Brewery Company ilk kutu birayı pazara sürüyor. Almanya’daki Nazi rejim Comedian Harmonists grubuna sahne yasağını koyuyor. Bolivya ve Paraguay arasındaki sınır savaşı sona eriyor. Günlerden Temmuz’un 9’u. Sabahın 6’sı. Arjantin’in Tucuman kentinde tam 21 adet silah atışı yapılıyor. Tucuman da neresi miymiş? Söyleyeyim size; Arjantin’in en küçük, ama ülkenin tarihinde en büyük yere sahip olan eyaletidir. Zira, 1818 yılının 9 Temmuz’unda Arjantin’in İspanya’dan bağımsızlığının ilan edildiği yerdir. Ve kurtuluş gününden beri her yıl yapıldığı gibi, bu 9 Temmuz’da da 21 atışla bağımsızlık günü kutlamalarına başlandı. İnka’ların yurdu olan Tucuman’da halk döküldüğü sokaklarda veya sabaha açtığı pencerelerden izlerken mermilerin karanlığı yırtan ışınlarını, yaz sıcağının teri içinde kalmış bir kadın var gücüyle kendini sıkıyor. Silah seslerine bir bebeğin ilk çığlıkları karışıyor. Bağımsızlık gününün 117. yıldönümünde, sabah saat 6’da, bağımsızlığın kazanıldığı Tucuman’da. Mutlu ana der ki, “Doğuşu bu şekilde selamlanıyorsa, bu kız ileride çok büyük biri olacaktır”. Kız dediği, ‘Latin Amerika’nın Anası’ olacak Mercedes Sosa’dır.
Annesi aslında Fransız kökenlidir. Babası ise Mataralı bir Kızılderilidir, şeker kamışı tarlasında çalışarak ailesinin geçimini sağlamaya çalışır. Hal böyle olunca Mercedes yoksul, ama samimiyet, dürüstlük ve içtenlik değerlerinin büyük harflerle yazıldığı bir ailenin kızı olarak yetişir. 15 yaşındayken arkadaşlarının zorlaması ile yerel bir radyonun düzenlediği şarkı yarışmasına katılır. Ailesinin kızacağını düşünerek ‘Gladys Osorio’ ismiyle katılır ve kazanır. Ödülü 2 aylık bir kontrat. 60 yıllık müzik hayatı böyle başlar. Önce opera sanatçısı olmak ister, ama babası bu durumda hep zenginler için söylemek zorunda kalacağını söyler. Zengin sınıfın sesi olmak istemiyordu. Olmadı da. O sesi olmayanların sesi oldu. Ve bir de Armando Tejada Gómez ve daha sonra evleneceği Manuel Oscar Matus ile birlike ‘Nueva Canción’un, yani yeni türkünün öncü seslerinden biri oldu.
1962 yılında ilk longplayi çıktı. Tamamıyla Arjantin folklor parçalarından oluşan albümün adı ‘La voz de la zafra’, yani ‘Şeker kamış hasatının sesi’. 1960’lı yıllarda başkent Buenos Aires’de küçük bir tiyatroda ilk konserini verir. Uzun siyah saçlarından dolayı ‘La Negra’ derler O’na. Buenos Aires limanında gündelikçi olarak yaşam mücadelesini verenler, fabrikalarda çalışan işçiler, gecekondularındaki kadınlar ‘Bizden biri’ der Mercedes için. Nereden geldiğini unutmaz asla; konser biletini almaya parası olmayanlara O gider, ülkenin kuzeyinden güneyine kadar pampada çocuklara Victor Jara’nın ninnisini söyler, tarla işçisi kadınlara Maria’nın türküsünü söyler; tütün tarlalarında beli yamuluncaya kadar çalışan ve karnında taşıdığı çocuğunu dünyaya getirmek için öğle arasını beklemek zorunda kalan Maria’yı: “Maria, gezegenin bütün kadınları gibi yaşamayı ve sevmeyi hak eden bir kadın”der.
Hiçbir zaman siyasi bir partiye üye olmazsa da, solda yerini alır. Sanatçının halka karşı görev sahibi olduğuna inanır. O’na göre adaletsizlikleri yargılamak, mücadeleye güç sunmak ve halka umut taşımak sanatçının yükümlülüklerinin başında geliyordu. Ve türküleri asla afişsel değildi. Zira Latin Amerika’nın siyasi içerikli türküleri de her zaman şiirseldi. Geleneksel folklordan protesto müziğine kadarki izgesini şu şekilde açıklar: “Yeni şiirselliğimiz ile halkı türkü söylemeye teşvik ettik ve bu hareket Latin Amerika’nın her yerinde yeni sanatçılar ortaya çıkardı. Bu sanatçıların birçoğu politikleşti. En azından hiçbiri, askeri diktatörlük döneminde bile, faşist olmadı.”
Ülke çapında tanınmasını sağlayan, 1965’te sahne aldığı Cosquin Ulusal Folklor Festivali oldu. Ve dünyayı çalkalayan 1968’e gelindiğinde kalbi devrim umudu ile çarpan dünyanın dört bir yanındaki insanlara söylemeye başlar Violetta Parra, Victor Jara, Pablo Neruda ve Atahualpa Yupanqui’nin türkülerini, sesini kattığı şiirlerini. Ülkesinin geleneksel ritimlerini yurdum insanının günlük yaşamındaki sevgi, acı, mutluluk, özlem ve umutları ile buluşturur.
Ama darbelerin de ülkesidir Arjantin. Durmadan çalkalanır. Eşgaline yazılır ‘cunta’ sözcüğü. Sözlüklerde açılımı ölüm, ordu, işkence ve sürgün kelimeleri ile yapılır cuntanın.
Victor Jara’nın, işkence stadına çevrilen Şili Stadı’nda gitarı ile halka direnişin türküsünü söylemesin diye önce ellerini kıran, Venceremos’u, yani ‘Kazanacağız’ı söylemeye başlayınca ise ozanı kurşuna dizen cuntalar her daim korkar özgürlüğün türküsünü söyleyenlerden. Tam 28 yıl sonra aynı gün çalkalanacak olan ABD’nin desteğiyle Şili’de 11 Eylül 1973’te gerçekleştirilen darbeden sonra ‘Victor için’ türküsünü söyler Mercedes: “Güzel ozanın türküsü kana boğulamaz. Nehri susturmaları gerekir, denizi kurutmaları gerekir. Yağmuru durdurmaları, güneşi söndürmeleri gerekir. Senin sesini unutturmak için türküyü öldürmeleri gerekir.” Ve Mercedes’in biyografisine de geçirilir ‘sürgün’ sözcüğü: “Darbeden önce ‘Triple A’, yani Arjantin Antikomünist İttifak bana Buenos Aires’teki Teatro Estrella’ya bir mektup gönderdi. Dört gün içinde ülkeyi terketmek zorunda olduğumu yazmışlardı. O güne kadar her gün dışarıda yürüyüşe çıkıyordum, ama o an ne yapacağımı bilmiyordum. Eşim Pocho bana demişti ki, kalk, kalk, dışarıya çıkalım, istediklerine ulaşamayacaklar. Bir cumartesi idi, akşamüstü. Asla unutmam. Dışarı çıktık, Carlos Pellegrini sokağında Córdoba’ya kadar yürüdük ve o yürüyüşte korkunun ne demek olduğunu anladık. Sonra bir şey olmadı. Turneye çıktık, Ekvador’a, Japonya’ya gittim, geri geldim ve bana bir şey olmayacağını düşünüyordum. Ta ki 1978’de gözaltına alınıncaya kadar. Ondan sonra peşimi hiç bırakmadılar.” Albümleri de yasaklanınca ve sahne yasağını alınca sürgüne gider. Sürgünün yalnızlıkla eşit olduğunu orada öğrenir: “Korkunç acılar çektim. Sürgün bir cezadır, bütün cezalar arasında en kötü olandır. Oğlum Madrid’den Paris’e gidip, ev bulma konusunda bana yardımcı olmuştu. Arjantin’e geri döndüğü gün tek başıma kalmıştım. Tek başıma. İnsanın düşünebileceği en kötü yalnızlık.”
1982 yılında Falkland Savaşı’ndan sonra cunta ülke yönetimini sivil bir hükümete devretmek zorunda kalır. Mercedes de bir dizi konser vermek için ülkesine döner. Buenos Aires’teki opera evinde başlayan konser dizisi ülkenin yaşadığı geçiş döneminin kilit olaylarından biri olarak değerlendirilir ve Arjantin’in hem siyasi, hem de müzikal kültürünün yenilemesi olarak nitelendirilir. On binlerce insanla birlikte ‘Solo le pido a Dios’ türküsünü söyleyip, savaşı ve savaşın cuntacılarına karşı tek ses olurlar. Konser kayıtlarından oluşan ‘Mercedes Sosa en Argentina’ ülke çapında tarih yazar. Bir yıl sonra temelli olarak dönüş yapar. Yıllar sonra der ki, “Bir daha asla sürgüne gitmeyeceğim. Beni öldürmek istiyorlarsa, buyurun öldürsünler. Ama ülkemi bir daha asla terk etmeyeceğim.”
Üretkenliği eksilmeden devam eder. Arjantin’in genç müzisyen kuşağı ile birlikte çalışır. Bir gün bir gazeteci O’na, politik bir sanatçı olup olmadığını sorduğunda şöyle der: “Sahneye çıkıp, dünya görüşünü açıklama anlamında politik bir sanatçı değilim. Şarkı söyleyen bir bildiri değilim. Ancak düşünen bir varlık olarak dünyadaki çelişkileri de görebiliyorum. Bundan dolayı insanlıktan yana bir duruş sergilemeye çalışıyorum.” 1990’lı yıllarda Menem hükümetine sıfır sempati duyduğunu ilan etmekden çekinmez. Sanat çalışmaları yanı sıra kadın hakları için yürüttüğü çalışmalarından dolayı UNIFEM tarafından onurlandırılır, UNICEF için elçilik yapar. 70’i aşkın albüm kaydeden Mercedes Sosa çok sayıda müzik ödülüne layık görülür, ama bunların hiçbirine gereğinden fazla önem vermez. O’na göre en fazla önemsenmesi gereken şey, halkın saygısı. Ve yaptığı folklor müziğini de şarkıya dönüştürülen halkın bilgeliği derdi.
Dünyada bazı şeyler var ki, insan bir gün yok olabileceği ihtimalini bile görmez. Bazı insanlar var ki, sonsuza dek yaşayacaklarını sanırsınız. Mercedes Sosa da onlardan biriydi. 50 yıllık sanatçı hayatı boyu birçok kuşak için hep var olmuş bir ses, bir türkücü, yaşayan bir efsane. Ölüm haberi belki bundan dolayı dünyanın dört bir yanındaki sevenlerini kötü bir şakanın tadı ile yakaladı. 18 Eylül 2009’da böbrek yetmezliğinden Buenos Aires’te hastaneye yatırılır. Ekim’in 4’ünde ise kalbi durur. Ulusal yas ilan edilir, ülkenin bütün stadlarında oynanan maçlardan önce Mercedes için saygı duruşuna geçilir. İstemi doğrultusunda cenazesi yakılır. Külleri Buenos Aires, Tucuman ve Mendoza’da rüzgara saçılır.
Mercedes’in memleketi Tucuman’ın adı ile ilgili değişik efsaneler var. Bunlardan birine göre, Mercedes’in babadili olan Quechua’da ‘nehirlerin doğduğu yer’ anlamına gelen ‘Yucuman’ sözcüğünden türemiş. Kim bilir; Mercedes’in külleri belki de Tucuman’da Rio Sali nehrinin sularına karışmıştır. Yazın sıcaklığında buharlaşıp, bulut olmuş belki. Sonra da belki bir sonbahar günü yağmur olup, toprağa karışmıştır. Ve yeni bir baharda bir çiçek olarak açıp, hayata yeniden ‘merhaba’ demiştir: “Bana bunca şey veren hayata teşekkürler. Bana gülüşümü verdi, gözyaşlarımı verdi”. ‘Gracias a la vida’ dedin ya Mercedes; gracias a ti...
MERAL ÇİÇEK
30 Nisan 2010/PolitikART
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder