Sene 1985. Onbinlerce insanı ya dört duvar arasında, ya duvarların ardından ya da sınırların ötesinde tutsak eden eylül fırtınasının üzerinden 5 yıl geçmiş. Geçti mi gerçekten? Fırtına öncesi sessizliğin bir de sonrası yok mu? Bu neyin sessizliği? Bu ülkenin çocukları nerede? Sesleri neden duyulmaz oldu?...
Bir hapishane duvarı. Sayısız duvarlardan sadece bir tanesi. Ama bu duvarın rengi başka. Bir başka oluyor insan burada. Çünkü burası Diyarbakır. Diyarbakır vahşetin de, direnişin adıdır. Ve 55 yaşındaki İngiliz tiyatro yönetmeni ve oyun yazarı Harold Pinter bu soğuk duvarların önünde beklerken, kapıyı geçtikten sonra aynı kişi kalmayacağının farkındadır. Bir an duruyor, sonra yanındaki Amerikalı Yazar Arthur Miller’e bakıyor, hazır olduğunu işaretliyor. İki yazar Uluslararası PEN tarafından, Türkiye’de tutuklu bulunan yazarların durumunu yerinde incelemekle görevlendirilmişti.
Harold Pinter açısından bu kolay bir görev değildir. Zira, hayatında ilk defa işkence edilmiş insanlarla tanışır. İşkence soyut bir olay, her dilde sözlüğün bir başka sayfasında yer alan bir kelimeden somut bir gerçeğe dönüşür ve acı verir, kalbi acıtır. Ve bu gerçekten sonra ikinci, akıl almaz bir gerçek ile tanışır. O gerçek ki, 20’nci yüzyılın bu son çeyreğinde yaşanıyor olamazdı. Anlayamıyordu. Yasaklı bir halkın topraklarına ayak basmıştı. Adı yasak, dili yasak bir halk...
Birçok açıdan oldukça aydınlatıcı olan bu gezisinden sonra ülkesine dönünce Diyarbakır’da gördüklerini, yaşadıklarını kağıda dökmeye karar verir. Sarsıcı nitelikteki bu tecrübeyi bir şekilde ifadeye kavuşturmalıydı, yaşanılanları yaşanmamış sayamazdı. Ve kısa bir oyun yazar. Ancak emin değildir. Elindeki sayfaları çöpe atmak ister, fakat eşi O’nu oyunu çöpe atmamaya ikna eder. Üç yıl dokunmaz sayfalara, anlatamaz o gerçeği. Serbest dili anlatmaya varmıyor, yasaklı dili, yasaklı halkı. Tam üç yıl geçmesi gerekiyor ve sayfaları yeniden eline aldığı gibi oyunu bitirir. Adı ise Dağ Dili...
***
Subay konuşuyor: “Şimdi dinleyin. Sizler dağ insanlarısınız. Beni duyuyor musunuz? Sizin diliniz öldü. Yasaklandı. Burda dağ dilini kullanmanıza izin yok. Dilinizi erkeklerinle de konuşamazsınız. İzin yok. Anlıyor musunuz? Onu konuşamazsınız. Yasa dışı o. Yalnızca devletin dilini konuşabilirsiniz. Burada yalnızca buna izin var. Dağ dilini burda konuşmaya kalkışırsanız fena halde cezalandırılacaksınız. Bu bir askeri emirdir. Kanun böyle. Sizin diliniz yasak. Diliniz ölü. Dilinizi hiç kimse kullanamaz. Sizin diliniz artık yok.”
***
Aslında Dağ Dili ile sadece Kürtleri anlatmaz. Kürtlerden esinlenerek yazdığı bir oyundur. 1985’de Diyarbakır Zindanı’na gitmeseydi, kalbinde o acıyı yaşamasaydı yazamayacağı bir oyun. Ama Dağ Dili, tarih boyunca yasaklanan bütün dilleri simgeler. Kürtleri anlattığı kadar Baskları da, Urduları da, Estonyalıları da anlatıyor.
***
Ziyaretçi odası. Oturan bir mahkum. Sepetiyle oturan yaşlı kadın. Gardiyan kadının ardında dikiliyor. Mahkum ve kadın çok belirgin bir köy aksanı ile konuşurlar. Sessizlik. Yaşlı kadın: “Ekmek getirmişem.” Gardiyan copuyla dürteler O’nu: “Yasak. Dil yasak.” Kadın O’na bakar. Gardiyan coplar: “Yasak o. (Mahkuma) O’na devlet diliyle konuşmasını söyle.” Tutuklu: “Onu bilmez. Onu konuşamaz.” Sessizlik. Yaşlı kadın: “Elma getirmişem.” Gardiyan coplar ve bağırır: “Yasak! Yasak yasak yasak! Hay Allah. (Mahkuma) Ne dediğimi anlamıyor mu?” Mahkum: “Hayır.” Gardiyan: “Anlamıyor ha?” Kadına yönelir. “Anlamıyorsun?” Kadın dik dik bakar. Mahkum: “Yaşlı O. Anlamaz.” Gardiyan: “Kimin suçu bu? (Güler) Benim değil, bunu söyleyebilirim. Ve sana başka bir şey söyleyeyim. Bir karım ve üç çocuğum var. Ve sizler hepiniz bok yığınısınız.” Sessizlik.
***
Dağ Dili oyunu ilk olarak 1988 yılında Londra’daki Royal Ulusal Tiyatro’da sergilenir ve geniş yankı uyandırır. Bu yankıyla beraber oyunun esin kaynağı olan Kürtlerin yaşadığı realite de özellikle Batı toplumlarında daha fazla fark edilmeye başlar. Büyük başarı yakalayan oyun kısa bir süre içinde değişik dillere çevrilir. Kürtçe çevirisi ise Mehmed Uzun tarafından yapılır.
***
Ziyaretçi odası. Mahkumun yüzü kanlı. Titreyerek oturur. Kadın kıpırtısız. Gardiyan pencereden dışarı bakıyor. Döner ve ikisine birden bakar: “Ha, söylemeyi unuttum. Kuralları değiştirdiler. Kadın konuşabilir. Kadın kendi dilinde konuşabilir. İkinci bir emre kadar.” Mahkum: “Konuşabilir mi?” Gardiyan: “Evet. İkinci bir emre kadar. Yeni kurallar.” Duraksama. Mahkum: “Anne, konuşabilirsin.” Duraksama. Mahkum: “Anne, sana söylüyorum. Anlıyor musun? Konuşabiliriz. Benimle bizim dilimizde konuşabilirsin.” Kadın kıpırtısız. “Konuşabilirsin.” Duraksama. “Anne. Beni duyamıyor musun? Seninle kendi dilimizde konuşuyorum. Beni duyuyor musun? Bu bizim dilimiz. Beni duyamıyor musun? Beni duymuyor musun? Anne?” Kadın yanıtlamaz. Kıpırtısız oturur.
***
Harold Pinter için Kürdistan’a ilk gidişi Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile dayanışmanın başlangıç noktası olur. Aydın kimliğiyle Avrupa devletlerini sorgular ve sorgulatır. Desteklediği Musa Anter Barış Treni eyleminden karelerden oluşan resim sergisinin açılış konuşmasını yaparken de yine Kürdistan’daki kirli savaşı destekleyen rejimleri, yani Avrupa devletlerini deşifre eder. Türkiye’de her sene binlerce insanın işkence edildiğini, tutuklandığını ve katledildiğini vurgulayan Pinter, ABD, Almanya ve İtalya’nın ise bu rejimi sillahlarla desteklediğini belirterek bu ülkeleri sert bir şekilde kınar. Bu eleştirilerini ifade ederken, Avrupa devletlerinden bahsettiğinde “Onlar” yerine “Biz” kelimesini kullanarak, aslında Kürtlerden özür dileme büyüklüğünü de gösterir. 2005 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Harold Pinter, sadece sözleriyle değil, eylemiyle de Kürt halkının özgürlük mücadelesinin yanında yer alır. 1999 yılında KCK Önderi Abdullah Öcalan’ın kaçırılışını Londra’daki Türk Büyükelçiliği önünde protesto eder, Hasankeyf’i sular altına gömmeyi amaçlayan Ilısu Barajı Projesi’ne karşı aktif mücadele yürütür. Ve bu duruşu ile, aydının halkın içinde yerini aldığı zaman aydın olabileceğini gözler önüne serer.
Geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz Pinter’in tam 11 yıl önce yapmış olduğu bir konuşmanın son cümleleri ise, günümüzde geçerliliğini hala koruyarak, bir uyarı niteliğinde: “Kürdistan yaşıyor. Kimlikleri elinden alınan ve Türkiye, Irak ile Avrupa’da mültecileştirilen 35 milyonluk halkın her bir bireyinin beyninde yanıyor. Kürdistan Newroz ateşinde ve 12 bin siyasi tutsağın gömüldüğü tecrit hücrelerinde yanıyor ve yaşıyor. Kayıpların anısında, onların ve işkence görenlerin yara izlerinde yaşıyor. Kürdistan dağlarda, Batı dünyası tarafından terörizm olarak ifade edilen halk direnişinde yanıyor ve yaşıyor.”
MERAL ÇİÇEK
PolitikART/3 Ocak 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder