22 Tem 2011

Essa Moosa: ‘Kürdistan’da yaşananlar bizimkine benziyor’

Güney Afrika’da Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu deneyimi - 4

"Mandela ile müzakere yürütüldüğü dönemde güvenlik güçleri bir Township’e saldırıp çok sayıda insanı katletti. Yine müzakere sürecinde çok sayıda aktivist tutuklanıp yargılandı. BDP’lilere karşı yürütülen ‘KCK operasyonları’ bana bunu anımsattı. Yani şu an Türkiye ve Kürdistan’da yaşanan süreç, bizim yaşadığımız sürece çok benziyor."


Güney Afrika’ya yolu düşen, Johannesburg’taki Apartheid müzesine uğramadan dönmemeli. Gerçekten de gerek iç tasarımı, gerek sunulan medya araçları, gerekse de Apartheid’ı ve ona karşı mücadele ile özgür Güney Afrika’ya geçişi anlatma şekli bakımından çok başarılı. Müzenin yan yana iki girişi var; birinin üstünde ‘Whites’ (beyazlar), öbürünün üstünde ‘Non-Whites’ (beyaz olmayanlar) yazılı. ‘Black’ değil de ‘Non-Whites’ yazılmasının sebebi, Apartheid Güney Afrikası’nda sistematik ırk ayrımcılığının siyahlarla sınırlı kalmayışıydı. Zira Apartheid döneminde ‘Non-Whites’in üç alt kategorisi vardı: Siyahlar, melezler ve Hintler. Güney Afrika’daki nüfusları 1 milyonun üstünde tahmin edilen Hint kökenliler de Apartheid’e karşı mücadelede yerlerini aldı. Onlardan biri de, şu an Cape Town’da Güney Afrika Yüksek Mahkemesi yargıcı olan Essa Moosa.
75 yaşındaki Moosa hem Apartheid’e karşı mücadele, hem geçiş süreci, hem de yeni Güney Afrika’nın inşa edilmesinde yer almış, bugün de Kürt İnsan Hakları Eylem Grubu’nun başkanlığını yürüten bilge ama mütevazı bir insan.
Hukuk okuyan Moosa, ilk bürosunu 1965 yılında Cape Town’un Altıncı Bölgesi’nde (District Six) açtı. Bu çok önemli bir ayrıntıdır, çünkü 1966’da hükümet burayı beyaz bölge ilan edip, 1968’de beyaz olmayanları zorla evlerinden çıkarmaya başladı. Moosa’nın kurduğu avukatlık bürosu ise Apartheid’e karşı hukuk mücadelesini başlatan büro oldu. Özellikle District Six Eylem Komitesi’ndeki rolü nedeniyle güvenlik güçlerinin baskı ve tehditleri ile karşı karşıya kalan Moosa, bürosunu kapatmak zorunda kaldı. Ama mücadeleyi bırakmadı. Bu kez yasaklı örgütlerin ve aktivistlerin avukatlığına yoğunlaşmaya başladı. Ona gelen tek bir kişi veya örgütü geri çevirmedi.
Essa Moosa’nın avukatlığını yapmış olduğu kişiler arasında Nelson Mandela ile Desmond Tutu da yer alıyor. Hatta müzakere sürecinde Mandela’nın görüşlerinin kamuoyuna yansıtılmasında çok önemli bir rol oynadı. 1994’te yeni anayasayı hazırlayan komisyonda yer alarak, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun yasal çerçevesini oluşturma sürecine de katılan Yargıç Moosa ile hem komisyon çalışmalarını, hem de Kürdistan ile Güney Afrika’daki paralellikleri konuştuk.

Hem Nelson Mandela ve Desmond Tutu’nun avukatı, ama hem de Güney Afrika’nın ilk demokratik anayasasının mimarlarından biri olarak Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun kurulma sürecini yakından takip ettiniz. Komisyona giden süreç hakkında bilgi verir misiniz?

İnsanlar sürgünden dönmeye başladığında, temel kaygılardan bir tanesi Güney Afrika’da yargılanıp cezalandırılabileceği yönündeydi. Ve müzakere sürecinde de bu husus gündeme gelmişti. Bu konuya nasıl yaklaşılacağı tartışılmıştı. Apartheid hükümetinde, güvenlik güçlerinde, gerilla hareketinde ve özgürlük hareketinde yer alanlara nasıl yaklaşılacaktı? Bu önemli bir husustu. Geçmişin üstü örtülecek miydi, yoksa bir çeşit hesaplaşma mı gerçekleştirilecekti? Nihayetinde bir Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun kurulmasına karar verildi. Sorunun ya bu ya da öbür tarafında yer almış insanlara hem hakikate ulaşma hem de hakikati açığa çıkarma imkanı tanınacaktı. Bunun karşılığında ise cezadan muaf tutulacaklardı.

Ne gibi hazırlıklar yapıldı?


Birçok hazırlık yapıldı. Ben şahsen o dönemde, komisyonun kurulmasını öngören yasayı hazırlayan Adalet Bakanlığı’nda görevliydim. Ve o yasa tasarısını hazırlamadan önce dünyanın değişik ülkelerindeki, örneğin Şili’deki Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu deneyimlerini inceledik, onların yapılarını araştırdık. Ardından yasa tasarısını hazırladık. Yasa tasarısı aynı zamanda, kurulacak komisyonun ilkelerini de ortaya koyuyordu. Bu tasarı ardından meclisten geçip yasalaştı. Mandela hükümeti de komisyonu oluşturdu.

Böyle bir komisyonun Apartheid taraftarlarınca olumlu karşılanmadığı normal bulunabilir. Ama bunun ötesinde, Güney Afrikalı gruplar içinde karşı çıkan oldu mu?


Olmaz olur mu? Çok fazla direniş vardı. Sadece Apartheid’ı destekleyenlerden değil. Özgürlük hareketi içinde de Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’na karşı muhalefet vardı. Özgürlük hareketi çok geniş bir kesimi kapsıyordu, sadece Afrika Ulusal Kongresi’nden ibaret değildi. Ve ANC’nin dışında, Apartheid’ın bir insanlık suçu olduğunu, yargılanması gerekenin özgürleştirme sürecinin değil, Apartheid sürecinin olduğunu savunanlar vardı. Ama sonuçta nihai hedef, Apartheid rejimini savunanlarla Apartheid rejimine karşı olan insanları barıştırmaktı.

Komisyonu bir başarı olarak değerlendiriyor musunuz?

Bazıları komisyonun bir başarı olduğunu söylerken, bazıları öyle düşünmüyor. Çünkü hala gerçeği bilmeyen insanlar var. Bakınız, o kadar insan eşlerini, babalarını, kardeşlerini yitirdi. Kayıplar var. Sayısız insan bir gün evden çıkıp geri dönmedi. Ya da gözaltına alındıktan sonra bir daha kendilerinden haber alınamadı. Birçok insan yakınlarına ne olduğunu öğrendi, rahatladılar. Bazıları komisyonun çalışmaları sonucu yakınlarının nereye gömüldüğünü öğrenebildi. Hiç olmazsa bir mezara sahip olabildiler. Ama bu herkes için geçerli değil. Çünkü herkes komisyona başvurmadı. Gerçeği hala içinde taşıyan, saklayan insanlar var. Eğer barış ve uzlaşı tam anlamıyla gerçekleşmediyse, bundan dolayıdır.

Kişisel görüşümü söyleyecek olursam; bence tam bir başarı olmazsa da bir ölçüde başarılıydı. Gelip kendi öykülerini anlatan ve gerçeğe kavuşabilen mağdurlar bir nokta koyabildi. Gerçeği biliyorlar. Gerçeği aramak zorunda değiller artık. Ama gerçeğin açığa çıkmadığı durumlar var. O insanlar ne olduğunu hala bilmiyor. Dolayısıyla da bu süreçten memnun değiller.

Peki bugünkü durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Genel anlamda insanlar barıştı mı?

Bence insanların çoğunluğu ülkenin yaşadığı değişimi kabul etti, değişimden memnun olmayan insanlar olsa da. Değişimden memnun olmayanların birçoğu, yeni anayasanın yanlı olduğunu, yani sadece özgürlük hareketinin görüşlerini yansıttığını düşünüyor. Böyle düşünenlerin çoğu, ayrıcalıklı bir pozisyona sahip beyazlardı. Ama geçmişle hesaplaşma süreciyle ilgili belli bir memnuniyetsizlik hala var. Mesela ‘özgürleştik ama koşullarımız değişmedi, hala yoksuluz, iş yok’ diyen özgürlük hareketi destekçileri görebilirsiniz.

Fakat bence genel tabloya baktığımızda şu başarıyı görmek gerekiyor: Güney Afrika’nın ülke olarak yıkılması önlenebildi. Apartheid’den demokrasiye dönüşümü gerçekleştirebildik. Geçiş sürecinde ülkenin altyapısını, ekonomiyi vs. koruyabildik. Bir bütün olarak geriye baktığımızda, bence iyi bir adımdı. Mücadele devam etmiş olsaydı ne Apartheid hükümeti ne de özgürlük hareketi kazanacaktı. Ama ülke yıkılacaktı.

Kürdistan’da bir Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun kurulması yönünde güçlü bir kitlesel talep var. Siz de iki defa Türkiye ve Kürdistan’a gittiniz. Ne düşünüyorsunuz, benzer bir komisyon bize neler getirebilir?

Böyle bir komisyon, Kürtlerle Türklerin barışabilmesi için olumlu bir imkan tanıyabilir. Binlerce, hatta onbinlerce Kürt kayboldu, öldürüldü. Aileleri, onlara ne olduğunu bilmiyor. 2005 yılında ilk defa İstanbul’a gittiğimde, kayıp çocuklarını arayan insanları, Cumartesi Anneleri’ni gördüm. Oturma eylemleri ile kayıplarla ilgili soruşturmanın yürütülmesini, olayların aydınlatılmasını talep ediyorlardı. O zaman yapılan bir açıklamada bazı ifadelerin alınabildiği belirtilmişti ama ardından hiçbir şey yapılmadı. Sevdiklerinin başına ne geldiğini bilmeyen o kadar çok insan var ki. Hem Kürt hem de Türk tarafındaki insanların sorularına yanıt bulabilmesi için böyle bir komisyon kurulmalı.

Kürtler böyle bir komisyon için zaten hazırsa, Türk hükümetinin de onay vermesi gerekiyor. Bu sorunda artık çözüme gidilmesi şart. Hükümet bir karar vermeli, Kürt halkının haklarını tanıyıp, bunu anayasal güvenceye almalı.

Bir kere bu sorunun çözülmesi gerektiğini kabul etmeliler. Bunu bir kere kabul ettikten sonra, ‘şunu şunu şunu yapmamız gerekiyor’ denilir zaten. Komisyon ise bir amaç için kurulur. Burada amaç cezalandırmak değil barışmak olmalı.

Böylesi bir sürecin farklı boyutları da var. Mesela sürgündekilerin dönebilmesi gerekiyor. Ülke dışında yaşamak zorunda kalan çok sayıda insan var. Siyasi tutsakların serbest bırakılması gerekiyor. İki tarafın masaya oturması lazım. Yeni düzenin yapılarının yaratılması gerekecek. Bunlar yasalaşması gerekecek. Var olan anayasanın değiştirilmesi, yani barış amacı doğrultusunda gereken yapıların oluşturulabilmesi için anayasal bir zeminin sunulması gerekecek.

Yaptığımız sohbet arasında ‘Öcalan seneye serbest bırakılsa hiç şaşırmam’ demiştiniz. Nasıl bu kadar iyimser olabiliyorsunuz?

Ben 12 yıldan beri Kürt sorununu yakından takip ediyorum. İlk olarak 2005’te Türkiye’ye gitmiştim. O zaman aşırı şiddetli bir ortam vardı, devletin güvenlik güçleri oldukça sert davranıyordu. Kürtlerle Türklerin birbirinden çok uzak, ayrı durduğu izlenimini edinmiştik. Ve çözüme dair tek bir sinyal bile yoktu. Görüştüğümüz Türk yetkililere, politikacılara göre Abdullah Öcalan bir teröristti, PKK bir terör örgütüydü. Onlardan edindiğimiz izlenim, asla Öcalan’ın yanına gitmeyecekleri yöndeydi. Bu 2005 yılında idi.

Ama 2009’da tekrar oraya gittiğimde, işlerin değiştiğini gösteren çok sayıda işaret vardı. İnsan bazen bunları dışarıdan bakınca daha rahat görebiliyor. Örneğin medyada kullanılan dilde bir fark vardı. Önceleri ‘terör örgütü elebaşı’ derken, bu kez ismiyle hitap ediliyordu. Onların niyeti çok pozitif demiyorum ama şu da bir gerçek ki, Türk toplumunun zihniyetinin de değişmesi gerekiyor ve medya bunda önemli bir rol oynuyor ve ileride de oynayacaktır. Bütün bunların bir sürecin parçası olduğu görüşüne vardım.

Bahsettiğiniz 2009 yılı, AKP’nin ‘açılımını’ ilan ettiği yıldı. Fakat bugünkü duruma baktığımızda çok da olumlu bir tablo göremiyoruz.

Evet, şöyle bir gerçekle karşı karşıyayız: Bir adım ileriye, iki adım geriye atılıyor. Olanları karşılaştırırsam, ANC ile Apartheid rejimi arasında yaşananın aynısı yaşanıyor. Onların gözünde ANC bir terör örgütüydü. Mandela teröristti. Ama onunla görüşmek zorunda kaldılar. Tıpkı bugün Öcalan ile görüştükleri gibi. Ve Mandela ile müzakere yürütüldüğü dönemde güvenlik güçleri bir Township’e saldırıp çok sayıda insanı katletti. Bu, müzakere sürecinde yaşandı. Silahlı güçler ANC ile IFP (ANC’ye karşı Apartheid rejimi ile birlikte çalışan, ağırlıkta Zulu’lardan oluşan parti) arasındaki sorunları, ANC’yi zayıtlatmak için kullandı. Örneğin tam da geçiş döneminde IFP ANC’ye karşı mücadele çağrısında bulunmuştu. Yine müzakere sürecinde çok sayıda aktivist tutuklanıp yargılandı. BDP’lilere karşı yürütülen ‘KCK operasyonları’ bana bunu anımsattı. Yani şu an Türkiye ve Kürdistan’da yaşanan süreç, bizim yaşadığımız sürece çok benziyor.
Gerçek, samimi görüşmeler başlatmalılar. Şu anki görüşmeler diyalog ve müzakere olarak değerlendirilemez. Yapılan görüşmelerin içeriği yapılacak olası görüşmelerdir. Gerçek bir anlaşma gerekiyor. Ama bence er ya da geç olacak olan da budur. Bakınız, Ortadoğu şu an kaynıyor. Ortadoğu’ya bir bütün olarak istikrarın gelmesi gerekiyor. İstikrar ise ancak Ortadoğu’da barış olursa gelebilir. Barış ise ancak ve ancak Türkiye’nin Kürt halkıyla barışması durumunda Ortadoğu’ya gelebilir.

MERAL ÇİÇEK
10 Mart 2011 - Yeni Özgür Politika

1 yorum:

  1. Merhaba Meral,

    siteni yeni gordum guzel yazilar var

    basarilar

    Genco

    YanıtlaSil