«Aulnoye'deki (Kuzey Fransa) çelik boru fabrikasının müdürlüğü işçilerce basıldı. 'Patron'larını tutuklayıp, yemeğini yediler ve ona geri kalanını bıraktılar: Kemikler. Otoriteye karşı proleter eyleme katılan bir işçi şöyle dedi: "Tuvalete gitmesini engelledik; kendi ofisine işemek zorunda bırakıldı."
Le Mans'daki bir küçük fabrikada patron, boynunda "İşçilerime ayda 60 bin Frank ödeme cüretinde bulunuyorum" yazılı afiş ile koşturuldu. Renault'da ise şeflerin karikatürleri makinelere asıldı.
İşveren aşağılamaları, 'Proleter Solu'nun (Gauche prolétarienne) yeni stratejisinin bir parçası. Yaklaşık 2 bin üyesi bulunan yaratıcı devrimci grup, üç hafta önce İçişleri Bakanı Marcellin tarafından yasaklandı. Burjuva kapitalist topluma karşı mücadele yöntemleri arasında, şeflere karşı 'direniş'in yanı sıra sabotaj ve hırsızlık da var. Maoist bir grup,
Paris'teki lüks delikates dükkanı Fauchon'u basıp, havyar ve başka lezzetli yemekler çalıp, ganimetini 'sefillere iade etti'.
Maoistlerin dergisi olan La Cause du peuple (Halkın Davası), "Patronun, hükümetin ve sosyalfaşist PCF'nin (Fransa Komünist Partisi) iktidarını zayıflatan her mücadeleyi destekliyoruz" dedi. (...) Fransa hükümeti, özellikle de 'Proleter Sol' üniversitelerden çok fabrikalarda aktif olup, varlıklarını tehdit altında gören 40 bin örgütlü esnaf ile ilişkiler kurduğundan beri Maoistlerin stratejisinden korkuyor gibi. Biraz da hukuksuz bir şekilde 'Lau Cause du Peuple'nin birkaç sayısına el koydu ve gazetenin iki eski yayımcısını hapse mahkum etti. 2 Haziran tarihli 24. sayısını dağıtan insanlar polis tarafından Fransa çapında tutuklandı.»Almanya'nın en yüksek tirajlı haftalık haber dergisi olan Spiegel, 22 Haziran 1970 tarihli sayısında Fransa'daki gelişmeleri bu şekilde verdi.
* * *
68'lerden söz edildiğinde ilk akla gelen ülkelerden biri Fransa olmasına rağmen, hareketin buradaki formasyonu diğer sanayileşmiş ülkeler ile kıyaslandığında daha geç başladı. Fransa'da 68, esasen evrensel hareketin zirvesine ulaştığı dönemde devreye giriyor, ancak kısa bir süre içinde açığı kapatıyor. Paris'in banliyölerinden Nanterre'de bir grup üniversitelinin isyanı olarak başlayan dalga, kısa sürede genel grev ve siyasi krize yol açar. 67/68'deki öğrenci grevi birkaç hafta içinde etkisini yitirir belki ama 1968 baharında 'Enrages' gibi üniversiteli grupların sıradışı eylemleri, Mayıs 68'e giden sürecin fitilini ateşler.
Fransa açısından 68'in en temel özgünlüklerinden biri, işçilerin mücadeleyi güçlü şekilde sahiplenmesiydi. Nantes'deki genç işçiler, "Eğer öğrenciler hükümet üzerinde baskı kurma gücüne sahipse, o zaman işçiler de hükümet üzerinden baskı kurabilir" deyip greve katıldı. 13 Mayıs'ta 3 bin kişi iş bıraktı. 9 gün içinde sayıları 8 milyonu geçti. Siyasi iktidar ise, CGT sendikası ve Fransa Komünist Partisi'nin statükocu yaklaşımlarından da güç alarak, şiddet ile yanıt verdi. Grev sonlandırıldı.
Fakat bu genel grev, De Gaulle döneminin de sonunun başlangıcı olacaktı. De Gaulle, Nisan 1969'da başarısızlıkla sonuçlanan referandumdan sonra istifa etti. Yerine aynı gelenekten gelip, kendi döneminde ülke ekonomisini neoliberalizme hazırlayan Georges Pompidou geçti. Aynı dönemde, 1981'de Devlet Başkanlığına seçilecek olan François Mitterand liderliğinde, burjuva iktidarını olası krizlere karşı istikrara kavuşturacak yeni bir siyasi mekanizmanın inşa süreci başladı. Bu yeni güç kendini 'sol', 'sosyalist', hatta 'komünist' diye isimlendiriyordu. Gerçekte ise radikal sol mücadeleyi sosyaldemokrasi denen hermafrodit içinde eritmeye yarıyorlardı.
Gaullist sınıf açısından 70'lerin başında yapılacak en önemli şey, iktidarını güvence altına almak için yeni siyasi krizlerin önüne geçmekti. Bu ise, başta öğrenciler ve işçiler olmak üzere, asıl muhalif güçlerin bastırılıp zayıflatılmasını gerektiriyordu. Solun gerçek temsilcileri açısından ise bu yeni durum daha radikal bir mücadeleyi gerektiriyordu.
* * *
'Başka bir dünya' için verilen mücadeleler açısından her zaman, Stefan Zweig'ın "yıldızın parladığı an" dediği momentler vardır. Öyle momentlerde güçlü oldun mu, tarihin akışını bile değiştirebilirsin. Ama zayıf oldun mu, belki de bir daha gelmeyecek bir fırsatı kaçırmış olursun.
Böylesi anlarda insan ayrıca, kazanmanın veya kaybetmenin de ötesinde, sınavdan geçer. Kimi buna vicdan der, kimi samimiyet, kimi inanç. Çok da fark etmiyor. Mesele, sözlü olarak savunulan değerleri zamanı geldiğinde pratikte de savunabilmek, bunun için gerektiğinde bazı zararları da göze alabilmektir. Bu husus, en fazla da kendine 'aydın' diyenler için geçerlidir.
AKP hükümeti devletinin yeşil Türkçü faşist hegemonyasını yaşamın her alanına yaymak için basına da öncelikli bir 'misyon' biçtiği ve Gramsci'nin tabiriyle bir 'karşı-hegemonyayı' oluşturan KCK adı altında çok sayıda gazeteciyi, Büşra Ersanlı gibi hakiki aydınları tutukladığı şu günlerde, La Cause du peuple meselesi her zamankinden daha güncel bir örneği oluşturuyor.
* * *
68'den sonra siyasi iktidar, kimi zaman örtük, kimi zaman da açıktan bir faşizm ile varlığına yönelik tehdit olarak gördüğü radikal sesleri susturmak için elinden geleni yapıyordu. Mayıs 1970'de, Proleter Sol'un yayın organı niteliğindeki La Cause du peuple gazetesinin iki yayımcısını tutukladığında, Jean-Paul Sartre, gazetenin başına geçti. Sartre'nin bu tutumunu sadece dayanışma çerçevesinde değerlendirmek çok yerinde olmaz. Zira Fransa devleti yayıncıları hapsederken, en fazla da onların 'marjinalliği'nden cesaret almıştı. Genel toplum içinde adı pek de bilinmeyenleri susturmak, hapsetmek ne de olsa kolay. Sartre ise gazeteyi bizzat sahiplenmekle çok bilinçli bir şekilde mahkemelere 'Hodri meydanı!' dedi. Amacı yargılanmaktı. Çünkü bu şekilde basın özgürlüğünün ayaklar altına alan devletin baskıcı karakteri deşifre edilecekti.
Devlet bunun farkındaydı. 1968'de Sartre, Simone de Beauvoir ve başka arkadaşları ile birlikte Paris sokaklarında La Cause du peuple gazetesini sattığında, gençler tutuklanırken, aydınların sadece kimlik bilgileri alınmıştı. De Gaulle ,o zaman Sartre'nin neden tutuklanmadığı sorusuna şu yanıtı vermişti: "Voltaire'i yargılayacak değiliz ya."
Sonunda Sartre'nin istediği oldu ve Haziran 1971'de İçişleri Bakanı Raymond Marcellin, dönemin Devlet Başkanı Pompidou'nun da onayı ile dava açtı. Devlet, Sartre'yi yargılayacaktı. Oysa gerçekte yargılanan, rejimin faşist karakteri oldu. Sadece kapalı mahkeme salonlarında da değil, meydanlarda kurduğu halk mahkemelerinde de, dünyanın dört bir yanında yayınlanan makalelerinde de devleti yargıladı. Bu nedenle de La Cause du peuple gazetesi, 1972'de yasaklandığında devletin maskesi çoktan düşmüştü.
* * *
Sartre ve de Beauvoir ile birlikte Paris sokaklarında La Cause du peuple satan çok sayıda ünlü isimden biri de, 'Değişen Dünyanın İnsanları'nın yönetmeni François Truffaut idi. 1973'te Oscar'ı kazanacak olan Truffaut, yasaklı örgütün yayınını sattığı gerekçesiyle polise ifade verdiğinde, ne Maoist ne de 'Pompidoliste' olduğunu vurguladıktan sonra, şunu söyledi: "Ancak sansürün her türlüsüne karşı mücadele etmek benim için bir görev, bir zorunluluk. Bu mücadeleyi Sartre ile birlikte vermek ise benim için bir onurdur."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder