24 Tem 2011

Dört kadın, bir ülke ve özgürlük

Masmavi bir gökyüzü. Duvarları beyaza boyalı bir bina. Ve simsiyah peçeye bürünmüş bir kadın. Yüzünde çaresizlik. Evin damında gidip geliyor. Karar vermesi gerekiyor. Damdan aşağıya, yere bakıyor. Sonra uçuyor, peçesi kadar kara saçları hafifçe, dalından kopan bir yaprak gibi dalgalanıyor. Zamanın akışı yavaşlamış sanki. “Ve birden bire sadece sessizlik. Ve o an düşündüm ki, bu acılardan kurtulmak için bu dünyadan kurtulmak gerekiyor.”

İranlı kadın yönetmen Şirin Neşat’ın ilk filmi olan ‘Erkeksiz Kadınlar’ (Women Without Men) bu sahne ile başlıyor. Geçen yıl Venedik Film Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ ödülüne layık görülen film, şu sıralarda Avrupa sinemalarında gösterimde. Şehrnuş Parsipur’un romanından uyarlanan film, birbirinden oldukça farklı dört kadının hikayesini anlatıyor. Her biri kurtuluşun yeni bir biçimi, yeni bir yolu arıyor. Her biri bir şekilde tutsak. Her biri erkek egemen sisteminin mağduru.

Sene 1953. ABD ile İngiltere’nin, ülkenin petrolünü millileştirmek isteyen İran Başbakanı Musaddık’ı devirmeye hazırlandığı günler. Tahran sokaklarında ‘Yaşasın Musaddık, Kahrolsun İngilizler’ sloganları yankılanıyor. Evin içinde, radyonun başında haberleri takip eden Munis (Şebnem Tolouei). Bedeni eve tutsak, kalbi sokaklardaki insanlarda. Abisi gelip radyonun fişini koparıyor. Akşama Munis’e ‘talip’ olanlar gelecekmiş, hazırlıklara başlayacakmış. Evden çıkarsa bacaklarını kıracakmış.

Munis’in arkadaşı Fayize (Pegah Ferydoni) geleneksel yönleri ağır basan, dinci bir genç kadın. Munis’in evlenmeye hazırlanan abisine aşık. Munis’in abisinin evlenmesini engellemek için ninesine büyü yaptırıyor. Bakire olmayan bir kadının asla evlenemeyeceğini düşünüyor ki, tecavüze uğramasıyla hayatı altüst oluyor.

Tahran sokaklarını oluşturan kalın duvarların ardında bir genelev. Zarin (Orsi Toth) isimli bir seks işçisi. Her gün ‘legal’ tecavüze uğruyor. Artık dayanamıyor. Üstüne gökmavisi peçesini alıp hamama koşuyor. Kirden arınmak istiyor. Öyle bir şiddetle ovalıyor ki bir deri bir kemik vücudunu, kanlar içinde kalıyor.

Ve bir generalin eşi. Bir zamanlar şarkı söyleyen, resim yapan, ‘modern’ giyimli Fakhri (Arita Şahrzad). Yıllar önce sevdiğini yurtdışına kaybeden, her gün hakaretlere uğradığı, sevgisiz evliliğinde mutsuz. Ve ‘kuma’ tehdidi ile karşı karşıya. O da bir kurtuluş yolu arıyor. Ve ıssız bir alanda bahçeli bir ev alıyor. İşte bu ev bu dört kadını bir şekilde buluşturuyor.

Hayattayken siyasal mücadele yürütmesine izin verilmeyen Munis’in hayaleti bu kez sokaklardaki insanların arasında; gündüzleri gelişmeleri takip ediyor, geceleri duvarlara afiş asıyor. Ülkedeki siyasal durum giderek kızışıyor. Fayize ile Zarin ise, Fakhri’nin evinde huzur buluyorlar. Ancak Fakhri’nin, İran’a dönen eski sevgilisini de davet etmek için evinde bir kutlama düzenleme kararı ile evdeki huzur sona erer. Fakhri ile Fayize kutlama için elbise denerken kocaman bir ağaç devrilir. Ve Fakhri’nin “Artık bahçenin kapılarını açmanın zamanıdır” sözleri ile yüz ifadesi değişen Zarin hasta düşüp can çekişir. Kutlamanın kendisi ise üç kadının kaderinin değişmesine sebep olur.

Tabloları anımsatan güçlü görüntülere sahip film sürreel bir dokuyu taşıyor. Sinemada gerçekçiliği tercih etmeyen yönetmen, ‘sihirli gerçekçilik’ tarzını esas almasını açıklarken bir yanda sürgünde yaşadığı için İran’la ilgili gerçekçi bir film çekemediğini vurgularken, bir yanda da şunları söylüyor: “Siyasi konuya alegorik araçlarla yaklaşmamız gerektiğini düşündüm. Amacım tarih dersini vermek değildi. Diktatörlüğe karşı ayağa kalkan bir halkın mücadelesini sembollerle anlatmak istedim.” Bu nokta ise en çok da bahçe şahsında görünürlük kazanıyor.

Filmin hikayesi bahçe ile birlikte alegorik bir nitelik kazanıyor. Tahran kenti realist bir mekan iken, bahçe metaforik ve mistik bir alandır. Ve bahçe konsepti İran’ın mistik edebiyatında oldukça önemli bir yere sahiptir. ‘Gece gül bahçesinde ararken seni/ Gülden gelen kokun sarhoş etti beni/ Seni anlatmaya başlayınca güle/ Baktım kuşlar da dinliyor hikayemi’ demiş Ömer Hayyam. Onun, Hafız-ı Şirazi’nin, Mevlana Celaleddin Rumi’nin edebiyatı gülistan edebiyatıdır aynı zamanda: ‘Gül bahçesi güzün geleceğini duysaydı/ uçan kuş avlanacağını bilseydi/ gerdek gecesi bu özlemi görseydi;/ gül bahçesi hem güle hem dala ağlardı’.

Ama bahçe aynı zamanda sürgün için kullanılan bir metafordur. Sınırlı bir bağımsızlık, kısmi bir özgürlük sunar. Ama gerçek kurtuluşun yeri değildir. Zira filmdeki bahçenin etrafında bir duvarın olduğu ilk etapta görülmüyor. Sınırı olmayan bir mekan gibi duruyor. Fakat filmin sonlarına doğru darbeyi gerçekleştiren ordunun jeeplerle içeri girmesi bir tecavüz olarak da algılanabilir. Ayrı bir bedenselliğe sahip bahçedeki masumiyet sona erir.

Filmini İran’da demokrasi ve özgürlük mücadelesinde yaşamını yitirenlere adayan Şirin Neşat, sonradan tabulaştırılan 1953 yılını hatırlatmak istediğini söylüyor. O dönemin İran’ın ilk ve son demokratik evresini teşkil ettiğini belirten Neşat, halkların özgürlük mücadelesinin her zaman bir mirasa dayandığını vurguluyor. Ve ilginçtir ki, çalışmaları 6 yıl süren film tamamlandığında, İran’da halk yeniden sokağa dökülmüştü.

MERAL ÇİÇEK 

* 13 Eylül 2010'da Yeni Özgür Politika'da yayınlandı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder