Mansoor Jaffer |
Basın-yayın üzerinde kontrol sağlamanın faşist iktidarlar için ne denli hayati bir mesele olduğunu en geç Goebbels'den beri biliyoruz. Basın temsilcilerinin ayar yemek üzere 'basına kapalı' başbakana buyur edildiği, Kürtler ve muhaliflere karşı pogrom rüzgarının estirildiği ve ana akımın Zaytung ile yarıştığı şu son dönemde, Türkiye'de medyanın haki rengini bıraktığı da iyice açığa çıkmış oldu. Bundan dolayı siyasi iktidarla bağı artık organik ve dolayısıyla yeşil olan egemen medyanın bütün unsurlarıyla sorgulanması sadece alternatif medya açısından değil, herkes için acil bir ihtiyaç.
Türkiye'de egemen medyanın bugün oynadığı rolün bir benzerini Apartheid yıllarında Güney Afrika medyası da oynadı. Öyle ki, rejimin artık iyice sarsıldığı yıllarda hem alternatif medyaya hem de basın yoluyla Apartheid karşıtlarına yönelik saldırılar arttı. O saldırılara karşı başlatılan 'Save the Press' kampanyasının yürütücülerinden gazeteci Mansoor Jaffer, Kürt medyasına yönelik baskılar hakkında bilgi edinmek üzere Cape Town'dan Avrupa'ya geldi. 30 yıllık gazetecilik deneyimine sahip Mansoor Jaffer ile Apartheid rejiminin medya ayağını, alternatif basını ve ülkedeki gazetecilerin bugün karşı karşıya olduğu görevleri konuştuk.
Güney Afrika, RSF'nin 2010 yılı basın özgürlük indeksinin 38. sırasında yer alıyor. 20 yıl evvel 178 ülkelik indeksinin sonlarındaydı. Sansürün Apartheid yıllarında yasal olduğu ülkede alternatif medyanın nüveleri ne zaman atıldı?
1980'li yıllarda ana akım medyanın dışına çıkan bazı adımlar atılmaya başladı. Bazı ilerici, sol görüşlü gazeteciler bir araya gelip, Grassroots isimli alternatif gazeteyi kurdu. Bu, yanılmıyorsam 50'li ve 60'li yıllardan sonra Güney Afrika'da epey ses getiren ilk alternatif gazete idi. Grassroots ile birlikte ülkede alternatif basının da startı verilmiş oldu, yeni yayınlar oluşmaya başladı. Fakat Grassroots sadece bir gazete değildi, aynı zamanda kitle örgütlerini de kapsayan devasa bir yapıya sahipti. 16-20 sayfalık olup, sadece ayda bir yayınlanmasına rağmen Cape Town merkezli geniş bir örgütlenme ağını ördü. Bu zaten bir zorunluluktu. Başka türlü o koşullarda haberlerin toplanması, yayının sürdürülmesi, gazetenin dağıtılması mümkün olmazdı. Her yönüyle halka ait bir yayındı. Aktivistler tarafından elden dağıtılıyordu. Tirajı 20 bin dolaylarındaydı.
Ana akım medyadan Grassroots'a geçen gazetecilerden biri de sizdiniz. Ana akımda daha çok insana ulaşıyordunuz, o mevziyi neden terk ettiniz ki?
Ben 1980'de 150 bin tirajlı Cape August'ta gazeteciliğe başlamıştım. Cape August, Güney Afrika'daki 14 günlük gazeteden biriydi. Sonra 1983'te Grassroots'e geçtim. Çünkü o dönemki ana akım gazetelerin halkın çoğunluğunun çıkarlarına hizmet etmediğine inanıyordum. Cape August'ta iken elimden geleni yapıyordum. Uzun bir süre orada bulunma gereğine inanıyordum. Ama sonra o bozuk yapının içinde yer alarak, kendi ilkelerime değil de o yapıya hizmet ettiğimi anladım ve alternatif bir yayına geçme imkanı karşıma çıkınca, maaşımın yarısını kaybetme pahasına o olanağı değerlendirdim. 1988'e kadar Grassroots'te çalıştım. Zaman zaman başka bir gazetenin altyapı çalışmaları için kırsal alanlara gidiyordum. Sözünü ettiğim diğer gazete de topluluğu kapsayan demokratik ilkelere göre yayın yapıyordu. O da aylıktı ama kırsal alandaki insanlara hitap ettiği için dili biraz değişikti. Yani daha az İngilizce, daha çok Afrikaanca.
Güney Afrika'da şu an 11 resmi dili var. O dönem açısından medyada bu dillerin kullanımı mümkün müydü?
Yasal engeller yanı sıra yapısal sorunları gözardı etmemek lazım. İngilizce ve Afrikaanca (daha çok Hollanda'dan Güney Afrika'ya göç etmiş Afrikanerler tarafından konuşulan dil) dışındaki dillerin eğitim dili olmadığı, yine o dönem açısından siyahilerin ve Hintlilerin eğitim görme imkanları, bu eğitimin niteliği göz önünde bulundurulduğunda, farklı dillerde yayın yapmanın yasal engeller olmasaydı bile ne kadar zor, hatta imkansız olduğu görülür.
Bahsettiğimiz dönemde medyanın tümü beyazların elindeydi. Yazılı basına hemen hemen tümüyle sahip olan dört grup vardı. İkisi Afrikaanca sektöründe, ikisi de İngilizce sektöründe. İngilizce sektöründeki iki grup esasında İngiliz beyaz kapitale aitti. O dönemin yazılı medya yapısı böyleydi.
Apartheid yıllarındaki siyaset-medya ilişkisini nasıl bir denkleme oturtmalıyız?
Afrikaanca yayın yapan medya organları, hükümetteki Ulusal Parti'nin tarafında yer alıyordu. Onlar da, tıpkı bugün Türkiye'de belirli gazetelerin yaptığı gibi, o dönemin hükümetini deyim yerindeyse korumaya alıyordu. Sanki misyonları hükümeti aklamak, haklı çıkarmakmış gibi. Yani çok açıdan bir destek vardı. ANC medyada ancak 'terör örgütü' olarak yer buluyordu. Bu ANC ile sınırlı da değildi, Apartheid karşıtı örgütler söz konusu olduğunda negatif bir dil kullanılıyordu. Her türlü eylemler kriminalize ediliyordu. Yani bir bütünen Apartheid'e muhalif olanlarla ilgili Afrikaanca yayınlarında oldukça olumsuz bir yayın çizgisi esas alınıyordu. Bu sadece günlük gazetelerle sınırlı olmayıp, Apartheid hükümetinin kontrolü altında yayın yapan televizyon kanalları için de geçerli tabii.
İngilizce yayın yapan gazeteler, meclisteki İngiliz muhalefetine arka çıkıyordu. Daha liberallerdi, Apartheid hükümetini eleştiriyorlardı. Ama onlarda da şöyle bir problem vardı: olaylara beyaz liberal İngiliz perspektifinden bakıyorlardı. Yapısal konumları itibariyle onlar da ırkçılık ve ayrımcılık uyguluyordu. Sisteme muhalif olduklarını söylüyorlardı ama siyahi editörleri veya yayın yönetmenleri yoktu. Dolayısıyla sonuç olarak beyaz medya, bugün inkar etse de ırkçılık uyguluyordu. Medya, Apartheid'ın hem yapısal hem de ideolojik yansımasıydı. Ülkede yaşayan insanların yüzde 90'ı, onların çıkarlarını, ihtiyaçlarını, görüşlerini veya seslerini yansıtan bir medyaya sahip değildi.
Apartheid yıllarında beyazlarla siyahiler ve Hintliler arasındaki ilişkiler yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla beyazların siyahilerle ilgili algısında medya önemli bir rol oynamıştır. ANC özellikle Apartheid'ın son yıllarında medyada nasıl yansıtılıyordu?
Bugün Türkiye'de olup bitenlerin, Kürt örgütlerine ve özgürlük hareketine yapılanların benzerini o dönem Güney Afrika'da yaşadık. Bir kere aktivistlerle ilgili haberlerdeki dil çok problemliydi. Örneğin siyasi bir kimliğe sahip olanlar 'ayyaş ayaktakımı' olarak isimlendiriliyordu. Yine sokağa dökülen kalabalıklar için, arkalarında ajitatörlerin olduğu, aslında insanların gerçekte öfkeli olmadığı ama onları kışkırtan çevrelerin olduğu iddia ediliyordu. ANC zaten terör örgütü olarak tanımlanıyordu. Sadece ANC de değil, aynı şekilde Pan Afrikanist Kongre (PAC) veya diğer örgütler de medya tarafından kriminalize ediliyordu. Siyahilerin örgütlendiği sivil toplum kuruluşları, dernekler de öyle.
Tabii ki istisnalar da vardı. Beyaz olmalarına rağmen o dönem güçlü bir şekilde Apartheid'e karşı duran bazı gazeteciler vardı. Mesela Cape Town'da 1985 ya da 86 yılında, o dönem Londra'da sürgünde yaşayan ANC Başkanı Oliver Tambo ile söyleşi yapan bir editör vardı. O gazeteci bu söyleşiden dolayı çok ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldı. Ama geniş açıdan bakıldığında medyanın, yapı ve biçimi ile de statükoyu desteklediği inkar edilemez bir gerçektir.
1974 ve 1976'da basın-yayın kanunu değiştirildi. Bu yasaların sansür bağlamında da gazetecilik üzerindeki etkisi neydi?
70'li ve 80'li yıllarda, hükümetin gazetecileri yargılamasına imkan sunan bir yasa vardı. Ama bunun ötesinde ülkemizde olağanüstü hal vardı ve bu durum siyasi iktidara tabii ki geniş bir hareket alanını sunuyordu.
Olağanüstü hal ne zaman ilan edildi?
1985 yılında. Olağanüstü hal hem sansürü hem de işlerine gelmeyen gazetelerin kapatılmasını, hatta yasaklanmasını kolaylaştırıyordu. Örneğin belirli alanlarda polis faaliyetlerinin basına yansıtılması yasaktı. Bu türden bir sansür özellikle 80'li yılların ortasında yükseldi. O dönem çok sayıda gazeteci tutuklandı. Gazete merkezlerine yönelik devlet kaynaklı saldırılar gerçekleştirildi, bazı binalar yakıldı. Tıpkı sizde de olduğu gibi. Gazete binamızı yanarken izlemek zorunda bırakıldık.
Yani kısacası 1985'ten sonra sansür boyutlandı ve 1988'e gelindiğinde durum o kadar vahim bir hal almıştı ki, basını korumak için kampanya başlatma kararını aldık. Bunun ihtiyacını çok yakıcı bir şekilde hissediyorduk. 'Save the Press' (basına sahip çık) kampanyası, Grassroots gazetesinin yasaklanması ve gazetecilerin tutuklanmasından sonra başlatıldı. Aynı dönem ülke çapında birçok muhalif yayın yasaklanmıştı.
Nasıl bir kampanyaydı bu, nasıl yürütüldü?
Başlangıç itibariyle amacımız, medya üzerindeki saldırıları durdurmaktı. Büyük emeklerle yarattığımız alternatif medyayı sahiplenme görevi ile karşı karşıyaydık. Ama siyasi gündemlerimiz de vardı. Öncelikle Apartheid rejiminin zayıflatılmasını hedefleniyordu. Apartheid rejiminin ne kadar gözü kara, korkunç olduğunu dünyaya gösterip, daha fazla izole edilmesini sağlamaya çalışıyorduk. Dolayısıyla bu kampanyayı demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak ele alıyorduk.
Özgür basın için sansüre karşı mücadele eden çeşitli aktivist ve örgütlerden oluşan geniş bir cephe oluşturduk. İçinde tabii ki Apartheid karşıtı örgütler yer alıyordu ama gemimize örneğin dini kuruluşlar da bindi. Ayrıca İngilizce yayın yapan gazete ve dergilerde çalışan bazı isimleri kazanmayı başardık. Hatta Stellenbosch'taki bazı Afrikaner gazetecileri bile kampanyaya dahil edebildik. Bilmelisiniz, Stellenbosch Cape Town'a yakın bir şehirdir. Bir nevi Güney Afrika'daki Afrikanerlerin can damarı. Siyasi entelijensiyasının büyük bir kısmı Stellenbosch Üniversitesi'nden mezun. Afrikanerlerin entellektüel başkenti. Bundan dolayı oradan da destek alabilmek çok önemliydi. Daha çok liberal sayılabilecek bir iki siyasi sima da kampanyaya destek veriyordu.
Peki kampanya ne gibi sonuçlar verdi?
Kampanyamızı planladığımız ve tartıştığımız toplantılara, farklı kitle örgütlerini temsil eden 400'ü aşkın insan katılıyordu. O açıdan büyük bir gruptuk. Miting, seminer gibi etkinlikler düzenliyorduk. Başka devletlerin Apartheid hükümeti üzerinde diplomatik baskı kurması için ciddi lobi çalışmalarımız vardı. Bunun için öncelikle İngiltere ve Hollanda'yı seçmiştik çünkü orada güçlü ve geniş Apartheid karşıtı hareketler bulunuyordu. O ülkelere gittik.
Kampanya, 1989 yılının sonlarına kadar sürdü. Somut sonuçlarını değerlendirmek, denk geldiği süreç gözönünde tutulduğunda zor. Bundan dolayı bence verilen geniş çaptaki mücadele bağlamında ele alınmalı. Biliyorsunuz, 1990'da müzakereler başladı. Apartheid rejimi, ANC ile masaya oturmayı kabul etmişti. Dolayısıyla medyaya karşı saldırılarını aynı şekilde sürdürmesi çok olası değildi. Çünkü bir kere siyasi alan açılmıştı. ANC'nin temel şartı zaten saldırılara son verilmesiydi. Baskılar tabii ki hemen sona ermedi ama yavaş yavaş azaldılar.
Aslında çelişki gibi duran bir nokta var burada. Alternatif basına yönelik baskılar tam da müzakerelerin başlayacağı, Mandela ile görüşmelerin yapıldığı dönemde artış gösterdi. Çelişki mi anlaşılır bir durum mu?
İktidardaki Ulusal Parti o dönem 'hem reform hem baskı' şeklinde özetlenebilecek bir strateji izliyordu. Bir yanda sistemde reform yaptıklarını söylüyorları ama buna paralel olarak baskı uyguluyorlardı. Mesela 1983-84'te üçlü kamara sistemi geliştirildi. Tamamen beyaz bir sistemden üç renge ayırılan bir sisteme geçildi. Bir meclis beyazlar için, biri siyahiler için, biri de Hintliler için. Bu üçlü kamara sistemi ile reformcu imajının yaratılması hedefleniyordu. Buna göz boyama da diyebiliriz çünkü beyaz hegemonya olduğu gibi devam etti. Apartheid karşıtları olarak buna karşı da mücadele ettik. Bu mücadele ise, Güney Afrika tarihinde ülkede kurulan en geniş halk örgütlenmesi olan Birleşik Demokratik Fraksiyonu'nun kuruluşuna yol açtı.
Demek istediğim, 'sistemi değiştiriyoruz' şeklinde aldatıcı bir strateji vardı. Bir yanda rejimin reforme edildiğine dair bir algı yaratılıyordu ama öbür yanda baskılar olduğu gibi devam ediyordu. 1983'te durum böyleydi. 1989'da da durum böyleydi. Ciddi baskılar vardı. Bir kere demin de dediğim gibi olağanüstü hal vardı. İlk olağanüstü hal ANC, PAC ve Komünist Parti'nin yasaklandığı 1960 yılında ilan edilmişti. 1985'te sınırlı bir OHAL vardı. Bir yıl sonra ise ülke çapında OHAL'e geçildi. O süreçte, siyahilerin yaşadığı yerler olan township'ler polis ve ordu işgali altındaydı. İnsanlar vuruluyordu. Hemen hemen her hafta bir cenazeye gidiyorduk. Dönemin Devlet Başkanı P. W. Botha tarafından 'topyekün saldırı' olarak isimlendirilen bir strateji izleniyordu. İlginç olansa, aynı durumun şu an sizin ülkenizde yaşanıyor olmasıdır. Ordu, polis ve bazı devlet memurlarından oluşan özel savaş birlikleri bizde de vardı. Ve bizde de medyadan bazı isimler bu işin içinde yer alıyordu. Yine her şehirde devlet güvenlik konseyleri vardı. Devlet güvenliğine bağlı gayrıresmi organlardı. Toplumun belirli unsurlarını kapsıyorlardı. Medyadan da bazı isimler bu yapıların içinde yer alıyordu.
Müzakerelerin başlamasının nasıl bir etkisi oldu?
Bahsettiğim bu baskılar 89'a kadar devam etti. Ama müzakerelerin başladığı 90 yılından sonra da devasa baskılar vardı. Öyle ki, ANC 1993'te müzakerelerden çekildi. Ondan önce Boipatong'da büyük bir katliam gerçekleştirilmişti. Çok sayıda insan hayatını kaybetmişti. Yani müzakerelerin yürütüldüğü o süreçte çok sayıda faili meçhul cinayeti işlendi, insanlar devlet güçlerince trenlerin önüne atıldı. Gazeteler buna 'black and black violence' diyordu. Ama biz buna devlet destekli üçüncü kuvvet şiddeti diyorduk. Onları, şiddet atmosferini ve siyahilerin siyahilere karşı savaştığı yönde bir ilüzyon yaratmak için eğiten unsurlar vardı.
1994 yılında bu süreç sona erdi, seçimlere gidildi. Ama o müzakere süreci aynı zamanda medyayı dönüştürme süreciydi de. Bütün toplum için daha kapsayıcı yeni basın düzenlemelerine gidildi. Örneğin radyolarla ilgili yeni yasalar çıkarıldı. Şu anda Güney Afrika'da günde yaklaşık 6 milyon dinleyiciye ulaşan 90 dolayında halk radyosu var.
Peki bir kuvvet olarak medyanın gücü gözönünde bulundurulduğunda geçmişle hesaplaşmaya ve demokratikleşmeye katkı sunan bir habercilikten söz edebilir miyiz?
Medya tabii ki değişimler geçiriyor. Ama insanların düşünceleri sadece medya tarafından belirlenmiyor. Tamam, medya önemli bir rol oynuyor. Fakat toplumdaki diğer kurumları, faktörleri de hesaba katmalı. Örneğin güçlü liderlik veyahut ne yapmaları gerektiği yönde direktifler biçiminde insanlara mesajlar nakletme gücüne sahip büyük kitle örgütleri.
Yazılı basın sadece Güney Afrika'da değil, bütün dünyada orta sınıfının hakimiyetinde. Dolayısıyla bu tür yayınlar, çoğunluğun değil, bir azınlığın görüşlerini yansıtırlar. Güney Afrika'daki ana akım medyasını takip ettiğinizde ülke ile ilgili çok negatif bir izlenim edinirsiniz. İşte yok efendim, nereye baksan suç, ülke baş aşağı gidiyor vs. Bu aslında sömürgeci bir bakış açısıdır: Kontrol siyahilere geçti ve şimdi ülke batıyor. İnsanlar bunu açık söylemez. Ama medya üzerinden hala Apartheid'e ait, sömürgeci diskurlar yansıtılıyor. Eleştirel bir bakışla bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Buna karşı ilerici aydınların, aktivistlerin daha çok müdahil olması gerektiğini düşünüyorum.
O zaman son olarak medyayı biraz daha problematize edelim. Post-Apartheid medyası bugün hangi görevlerle karşı karşıya?
Şu sıralar epey tepki toplayan yeni bir basın, yayın ve enformasyon yasası var. Gazetecilerin, bilgi vermemeleri durumunda cezalandırılmasını içeriyor. Buna karşı bazı eylemler yapıldı. Konuyu takip ediyoruz. Biraz da kaygılıyım bundan ötürü. Ama genel olarak Güney Afrika'da basın ve yayın özgürlüğü konusunda çok önemli bir ilerleme kaydettiğimizi düşünüyorum. Önümüzdeki yıllarda bunu güvence altına almak, sağlamlaştırmak ve daha da güçlendirmek zorundayız.
İnsanların medya konusunda kaygılı olduğu alanlar hala mevcut. Özellikle yazılı basının Güney Afrika toplumunda yaşanması gereken değişimleri gerçek anlamda yansıtmadığı yönde önemli eleştiriler var. Demin de dediğim gibi, çoğunlukla orta sınıflarının bakış açısı yansıtılıyor. Ama Güney Afrika'da ırk ile sınıf, birbirinden koparılamayacak olgulardır. Dolayısıyla orta sınıf derken aslında beyazların perspektifi kastedilir. Çünkü orta sınıf ağırlıkta beyazlardan oluşuyor. Bunun çok açık bir şekilde tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Mesela Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu'nda medyayı da tartışma yönde bir girişim vardı. Hatta daha sonra da medyadaki ırkçılıkla ilgili bir inceleme başlatıldı. Ancak bu çok da ikna edici olmadı çünkü medyanın kendisi bu konunun sorgulanması gerektiğine ikna değildi, bu ihtiyacı reddediyordu.
Medyanın günümüzdeki rolüyle ilgili ülkemizde ciddi bir tartışma yürütülmüş değil. Yine medya organlarının belli yerlerde merkezileşmesi bir sorun olarak ele alınıp, tartışılmalı. Güney Afrika'da siyahilere ait medya organlarının oranı yüzde 15-20 dolaylarındadır, bu çok düşük bir oran. Çeşitliliğin kesinlikle artması gerekiyor. Yine önemli mevkilerde kimlerin oturduğunu da sorgulamalıyız. Hangi olaylar haber değerinde? Hangi haber gazetenin neresine yerleştiriliyor? 1. sayfada mı 17. sayfada mı? Ayrıntı gibi görünen bu hususlar aslında çok önemli. Ve sanırım önümüzdeki yıllarda bu gibi tartışmalar yürütülecektir. Yürütülmek zorunda.
http://yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=3542
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder