7 Mar 2012

Pozantı duvarlarının dili olsa da...

AGÎT BAĞRIYANIK
 

Belki başka bir suçtan girsen, bunca acıyı yaşatmazlardı. Ama taş atan veya siyasi olunca, bu uygulamalar devreye giriyordu. Ben Pozantı Cezaevi’nde yaklaşık bir yıl kaldım. Şimdi ne anlatsam, ne desem azdır. Keşke o Pozantı’nın duvarlarının dili olsa da konuşsa.


Son dönemlerde Pozantı Cezaevi’nde çocukların maruz kaldığı vahşet, insanlık tarihine kara leke olarak geçti. Aslında bu olaylar, iki yıl önce de yaşanmıştı. Pozantı Cezaevi’nde daha önce yetişkinler kalıyordu. AKP Hükümeti’nin 2006’da çıkartığı TMK yasasıyla birlikte, çok sayıda çocuk sorgusuz-sualsiz cezaevine gönderildi. Bununla birlikte Pozantı Cezaevi, 2007’de çocuk cezaevine dönüştürüldü. Çocuk cezaevi sistemine geçince de, cezaevi politikası daha da farklılaştı. Neden mi? Çünkü bu dönemde cezaevine yaşları küçük çok sayıda siyasi suçtan çocuk konuldu.

Cezaevi yönetimi, ‘çocuklar içeride örgütlenmesinler ve kurallara karşı gelmesinler’ adı altında çok farklı uygulamalara imza attı. Bu uygulamalar, adeta 12 Eylül’ü hatırlatıyordu. Her ne kadar yaş itibariyle 12 Eylül darbesini görmediysek de, okuduğumuz kitaplardan, o dönemi yaşayan insanlardan duymuştuk. Pozantı Cezaevi’nin diğer cezaevilerinden tek farkı, 12 Eylül uygulamalarının rahat bir şekilde hala sürdürülebilmesidir.
12 Eylül Pozantı’da nasıl yaşatılıyor? Öncelikle tutuklu çocukları kontrol altında tutmak için her yöntem mubah görülür. Her türlü fiziki şiddet uygulanır. Haftada bir defa ‘imam’ denilen biri gelir, çocukları dini yönden etkilemeye çalışırdı. En çok da, „sizleri kandırıyorlar, sizlere para veriyorlar“ gibi söylemleri kullanırdı.
Bu uygulamalar, niye başka bir cezaevinde değil de Pozantı’da yaşanıyordu?  Çünkü Pozantı Cezaevi, 2007 başlarından itibaren ağırlıklı olarak ‘siyasi suç’tan gelen çocuklardan oluşuyordu. Adli tutuklular da vardı. Ancak ‘taş atan çocuklar’ daha çoktu. Cezaevinde ne olsa ilk olarak bu çocukların koğuşları basılır ve arama yapılırdı. Ne de olsa onlar birinci derecede şüpheliydi! Şimdi bu durumda orada yaşanan tecavüz olaylardan idarenin haberi yok mudur? Onlar, haberleri yokmuş gibi davranıyorlar, böylece kendilerini temize çıkarmaya çalışıyorlar. Ama hepimiz de biliyoruz ki, cezaevinde yaşanan tüm işkence ve tecavüz olaylarından cezaevi yönetiminin haberi vardı, seyirci kalıyorlardı.
Ben de 2009 Nisan ayında Antep Cezaevi’nden Pozantı’ya gönderildim. 11 ay Pozantı’da kaldım. Cezaevine götürdüklerinde beni ‘hoş geldin dayağı’ ile karşıladılar. Bu, her gelen tutukluya muhakkak uygulanan bir yöntemdi. Seni mavi bir sopa karşılar, daha ne olduğunu anlamadan mavi sopa ile vücudunun her tarafına darbe indirirler. Sonra ellerine vurmaya başlarlar, her vurduklarında da elini ıslatmanı isterler; hem daha çok ağrısın hem de iz kalmasın diye. Sonra yapman gereken şeyleri söylerler. Öncelikle gardiyanlara ‘başkanım’ diye hitap etmeni ve onların her söylediğini harfiyen yerine getirmeni yapmanın isterler. Yoksa sonu yine ya mavi sopa ya da karanlık hücredir.
Cezaevinin ilk sayımında da hemen tartaklandım. Neden mi? Çünkü vakit geldiğinde tek sıra, hazır ol vaziyette sayım vermek zorundasın. Şaşırmayacaksın, şaşırırsan bir araba dolusu hakaret, sonra dayak gelir. Benim de başıma geldi. Cezaevi yönetimi her koğuşa bir mesul ya da bir ağa seçer. Bu ağalar ve mesuller, tutuklulara her istediklerini yaparlar; taciz de, tecavüz de, işkence de... Kısacası akla gelecek her türlü şeyi yapmakta serbesttirler.
Siyasi koğuşlarda ağalara daha farklı yaklaşılır. Çünkü onlar sözde siyasi olaylardan gelmiş ve hemen cezaevi yönetiminin hizmetine girmeye başlamışlardı. Bu kişiler daha sonra birlikte kaldığı arkadaşlarına dahi tecavüz ve taciz etmeye başladılar. Taciz edilen kişi susması için ölümle tehdit edilir. Bir gün mahkemeye çıktığımda arkadaşım, kendisine yapılan tecavüz ve tacizden bahsetti. Artık dayanamadığını, canına kıyacağını söylüyordu.
İşte böyle bir ortamda ve yaşamda özgürlüğü nasıl düşüneceksin? Her gün sabah saat altıda kalk, koğuşu baştan sona yıka, ağaların elbisesini yıka, yemek vakti geldiğinde onlar bol kepçeden, sana da sadece ağanın canı isteği kadar. O da günde sadece bir tane bisküvi. Cezaevinde bir arkadaşımız bu baskılara dayamayıp vücudunu jiletle kesti. Cezaevi idaresi tarafından koğuştan alınıp, ‘kapı altı’ dediğimiz yere götürüdü, yaralarına tuz basıldı. Onlar tuzu bastıkça, O bağırıyordu. O anda cezaevinde O’nun çığlığından başka ses gelmiyordu.
Bir gün koğuşumuza yeni bir arkadaş geldi. Gördüğümüz manzara karşısında şok olmuştuk. Gelen arkadaşımızın ayaklarının altı gece yatarken çakmakla yakılmıştı. Zor bela yürüyordu. Belki de korkudan cesaret alıp yürüyordu. Bunun üzerine hoş geldin dayağı da eksik kalmamıştı. Tüm bu anlattıklarım, 12 Eylül’de yaşananların bir parçası değil de nedir?
Belki başka bir suçtan gitsen, bunca acıyı yaşatmazlardı. Ama taş atan veya siyasi olunca, bu uygulamalar devreye giriyordu. Ben Pozantı Cezaevi’nde yaklaşık bir yıl kaldım. Şimdi ne anlatsam, ne desem azdır. Keşke o Pozantı’nın duvarlarının dili olsa da konuşsa. İnsanlar sussa onlar konuşsa... İşte o zaman her şeyi daha iyi anlarız. İnsanlık ve vicdanın merhametini paramparça ettiler. İnsanlık tarihine kara bir leke daha bıraktılar. İşte gel de böyle bir ülkede özgürlükten bahset...?

*Agît Bağrıyanık, iki yıllık cezaevi yaşamının 11 ayını Pozantı Cezaevi’nde geçirdi. Ardından aldığı ceza nedeniyle Avrupa’ya çıkmak zorunda kaldı.  

7 Mart 2012'de Yeni Özgür Politika'da yayınlandı. (http://www.yeniozgurpolitika.com/index.php?rupel=nuce&id=7391)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder