13 Tem 2014

'Cesaret Ana' Hatice Altun

 Kayıp duruyor bakışları
duvardaki resme ve kapıya
oğul mu beklediği, sevgili mi

Belli ki yaşıyorlar hala
uzun uzun yaşıyorlar belli ki
bırakıp gittikleri anılarıyla
Çıkıp gelirler bir gün belki
Üşümüştür çünkü toprağın
soğuk yalnızlığında birisi
Öteki arkasında parmaklığın
(Ahmet Telli)

Analar... Yürekleri sonsuz mavi sevgi deryası analar. Yaşamı acıyla ödeyen, her acısı bir çizgi olarak yüzüne yazılan analar. Ama acılardan yaşamı yaratan analar. Sözlüklerde ‘ben’in yerini ‘evlatlarım’ ile değiştiren analar. Sevinçlerinin de, gözyaşlarının da rengi aynı olan; hikayeleri yazılmamış analar. Ve evlatlar... Her daim çocuk kalan evlatlar. Analarının hikayelerini bazen sayfaları kırış kırış sararmış fotoğraf albümlerinde, bazen bir yara izinde, bazen bir mezar taşının altında gizlice mendile konulan bir avuç toprakta, ama her zaman da yüreklerinde taşıyan evlatlar. Dinleyin bu hikayeyi; bir ananın hikayesi bu. Umut kokan sevinçli çocukların gülüşlerine sevdalanan bir ananın hikayesi. Yüreğine bütün dünya çocuklarına yetecek kadar sevgi sığdıran Hatice Ana’nın hikayesi...



Hikayemiz Dersim’de, isyanın ve direnişin diyarında başlıyor. Bir anadır Dersim, bebelerini Munzur’un asi suları ile emziren. Dersim’in diğer adı sürgündür. Ve Hatice Ana’nın hayatının yollarını da hep sürgün çizmiştir. Önce Sivas’a göçmüş ailesi, oradan da Kayseri’ye. 1920’li yıllarda buradan altı çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak hayata ‘merhaba’ der. Belki de ailenin en küçüğü olmasından dolayı emekle geçen çocukluğunda eşitlik ve adalet olguları kişiliğinde önemli bir yer edinir. Ancak haksızlık çok geçmeden O’na da darbeyi vurur. Zorla amcasının oğlu ile evlendirilir. Evliliğinin ardından doğduğu, çocukken oynadığı, ektiği topraklardan koparılır. Ankara’ya taşınırlar; önce Nato Yolu’na, sonra meşhur Tuzluçayır mahallesine. 10 çocuk doğurur, ama üçü erkenden ölür. 7 çocuklu bir anadır artık.

‘D’ harfinin büyük yazıldığı yıllardır. Devrim, Darbe, Direniş... Ve Ankara da kelime oyunlarına nesnedir; kimi zaman ‘Anakara’, kimi zaman ‘Anakarargâh’ oluyor. Ve gecekondu mahallelerinde davarcılık yaptığı yıllarda yol kenarında çamurdan güvercin yapan çocuklar, bu kez birer delikanlı olmuş, duvarlara kırmızı boyayla ‘D’ harfli kelimeler yazıyorlar; yüreklerinde kocaman hayaller. Mahalledeki kasketli ve bıyıklı adamlar kendi aralarında dalga geçerken, Hatice Ana anlar, hayallerin aslında gerçek olduğunu. Ve daha sonra yüreklerini büyüterek milyonların yüreği haline gelecek olan bir kaç yürekli insanla arkadaşlık kurunca, oğlu Rıza; Hatice Ana da bütün büyük yüreklilerin anası olur. Onlar ki, gözlerinde farklı bir ışık, yüreklerinde farklı bir sıcaklık, seslerinde ayrı bir ezgi taşıyorlardı. Çünkü onlar çocukluk hayallerini büyümenin sokaklarında yitirmemişlerdi. Onlar çocukluk hayallerinin savaşçılarıydılar ve Hatice Ana kavgalarında buldu kendini, buldu yitik sandığı hayallerini ve sevdalandı davalarına. Önce onlara ana oldu, evinin kapılarını açtı. Onlar toplantı ve eğitimlerde hayallerini gerçekleştirmenin yollarını çizerken, o yemeklerini pişirirdi, çaylarını demdi... Akşam saatlerinde ise yataklarını sererdi. Yemek ocağın üzerinde pişerken, sessiz adımlarla odanın kapalı kapısına yaklaşır, işitmeye çalışırdı konuşulanları. Çok yorulurdu, ama sevdalandığı bu davaya emeğiyle ortak olmak mutlu ederdi O’nu. Yürekli insanlar, yüreğindeki sevgiyi çoğaltıyordu. Sevdikçe sahip çıkarmış insan, cesaretlenirmiş. Ve Hatice Ana biraz da Brecht’in Cesaret Anası’ydı. Zira artık 1970’li yılların ikinci yarısında evi baskınlara da mekan olur, ancak O’nun sakladığı hiçbir silah ele geçmez.

1980 yılına gelindiğinde Eylül fırtınası en çok da Ankara’nın sokaklarında esmişti. O fırtına ki, kasırgaya dönüşüp Hatice Ana’nın evlatlarını yutmaya çalışıyordu. Çok sevdiği Mazlum ile Kemal, kendi oğlu ve daha niceleri zindandaydılar artık. Darbenin amacı soluksuz, sessiz bırakmak iken, Hatice Ana ise çocuklarıyla daha da kenetlenerek cevabını verir. Ve artık bir militan gibi katılır çocuk gülüşlülerin davasına; haritada Amed, Ankara, Adana ve Antep arasındaki yolu kırmızı boyayla çizer. Bir kurye gibi çalışır, cezaevinden dışarıya, dışarıdan cezaevine ve cezaevinden cezaevine bilgi taşır. İnancı öyle büyük ki, kendini tamamen artık onun da davası olan üç harfe adar ve bir duruşun adı olur. Kendi ağzından dinleyelim: “Cezaevine girdiğinde Kemal Pir’e bir kat elbise yaptım. Ailesi hiç gelmiyordu. Bir gün baktım ki babası, annesi ve bacısı gelmiş. Onlara çok kızdım. Babasına ‘Sen şimdiye kadar neredeydin’ dedim. Kemal Pir dünyada tekti“.

Birçok evladını yitirir Hatice Ana, ama inancını ve kararlılığını asla yitirmez. Tersine, yaşadığı her acıyı güce dönüştürmeyi bilir. Gülüşü mahsum, yüreği korkmaz Agit’i vurulduğunda, silahını heybetle tuttuğu fotoğrafı önce Hatice Ana’ya gönderilir. Bunu öğrenen askerler, fotoğrafı almak için evini basarlar. Ancak Hatice Ana vermez fotoğrafı. “Evimi ateşe ver, ama bu fotoğrafı alma. Benim oğlumdur. Oğlumu vermiyorum. Eve gir, ne alırsan al; ama oğlumu almayacaksınız“ der. Ki, Hatice Ana 1980’li yıllarda sürekli basılan evinin duvarlarına bayraklar ve fotoğraflar asmaktan hiç çekinmez, hangi paha uğruna olursa olsun, bunları savunmayı her zaman bilir.

Zindanların işkencehanelere dönüştüğü yıllara gelindiğinde Hatice Ana bir şeyler yapmak gerektiğini anlar. Ve 1986 yılının sonbaharında kadınlarla meclisi basar. “Özal’ı istiyoruz! Çocuklarımızı bırakın!“ diye bağırır, binayı top ve tüfeklerle çevirmiş askerlere aldırmadan. Tutuklanır, 2 ay Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi’nde kalır. Bunun bir ayı açlık grevi ile geçer. Zira hakkında cezaevinden bilgi taşıdığına dair ifadeler verilmiş. O’nun için “Bu bizi daha çok yakar“ diyen cezaevi müdürü tahliye anında “Bir daha gelme“ der. Ama Hatice Ana daha çok gelecekti. Çünkü mücadele artık onun hayatı olmuştu.

1990’lı yılların başında Kürdistan, savaşın en kirlisi ile sallanır. Ve Hatice Ana da acıların en büyüğünü yaşar, oğlu Haydar işkenceyle katledilir. Cenazesini almak için bütün yollara başvurur, hiçbir engel tanımaz. Çünkü anadır. Bundan dolayı Haydar’ın şahadetinden önce onu görme şansına sahip olmasına rağmen yanına gitmez. Zira takip ediliyor. Oğlunu ve diğer evlatlarını korumak için ana hasretini dindirmez. Sayfalara sığmaz acılar yaşar Hatice Ana, ancak asla kimsenin yanında ağlamaz. Gözyaşlarını hep yüreğine akıtır, yüreği taştığında ise gizlice odasına gidip ağlar. O’na göre başkalarının yanında ağlamak düşmanı sevindirir. Ve düşmanı sevindirmemek için kimsenin yanında gözyaşı dökmeme andını içer.

1996’da işkence, gözaltı ve tutuklamaların yanı sıra ölümlerle sonuçlanan HADEP Kongresi’ne katılır. Olaylar esnasında kendisi için “Bu kimlerden” diyen polisin yanına gidip, “Ben Apocu’yum. Ne yapacaksın?” diyen Hatice Ana için artık Türkiye’de yaşama şartları kalmaz. Ve kuşaklar önce Dersim’de başlayan sürgün geleneği devam eder; güzergah bu kez Almanya’ya. Siyasi iltica başvurusunda bulunur, mahkeme esnasında PKK’li olduğunu söyler. Hakim PKK’nin terörist bir örgüt olduğunu söyleyince, Hatice Ana “Terörist olan sizin devletiniz. Sizin silahlarınızla, tanklarınızla katlediliyoruz“ cevabını verir. Artık Avrupa’dan mücadelesini sürdürür. Evi yine koca yürekli güzel insanların meskeni. Kendi yemez içmez, evlatlarını düşünür hep. Hatice Ana, bitmeyen bir özgürlük türküsünün canlı tanığıdır. Bir tarihtir aslında. Büyük ‘K’ harfi ile başlayan sihirli kelimenin telaffuz edilmediği zamanlarda umut kokan çocukların hayallerine inandı, asla taviz vermedi inancından. Gerektiğinde ana oldu, gerektiğinde yoldaş, gerektiğinde militan. Hep onurlu yaşadı ve hala da öyle. O, çocukluk hayallerinin peşini bırakmayan bütün güzel yürekli insanların anasıdır. Ancak yıllar iz bırakmadan yanından geçmedi. Şimdi hastadır. Ama hasta yatağında bile her gün Mazlumlar’dan, Kemaller’den, Hakiler’den söz ediyor, onları düşünüyor. Onların anılarını diri tutarak, bazen Tuzluçayır’da oluyor, bazen Amed zindanında, bazen de Meclis’te. Fakat her daim yüreklerini büyüterek, milyonların yüreği olanlarla birliktedir...


Yeni Özgür Politika - 11 Mayıs 2009

1 yorum: