1885 yılında, o dönem 41 yaşındaki bir makine mühendisi olan Carl Benz,
dünyadaki ilk motorlu arabayı kamuoyuna sunduğunda, yaşadığı Mannheim’da
insanların büyük çoğunluğu “atsız araba”sına gülüp geçmiş. 3 tekerlekli
motorlu aracının ulaşımda devrim anlamına geldiğini o günlerde gören
tek kişi, eşi Bertha imiş. Başka da herkes otomotif mucidi ile dalga
geçmiş.
Ardından çok kısa bir süre içinde otomotif sektörü dünyadaki
en büyük ve karlı üretim alanı haline geldi. Sırf 1900 yılında dünya
çapında araba üreten 2 bin 500’ü aşkın firma bulunuyordu. Almanya ise
temel üreticilerin başında geliyordu. Günümüzde de Çin ve ABD’den sonra
dünyadaki üçüncü büyük otomotif üreticisidir. Ülke içinde de otomotif
sektörü, cirosu itibariyle en önemli endüstriyi teşkil ediyor. 2008
yılında, 747 bin insanın çalıştığı bu sektörde yaklaşık 350 milyar Euro
kar elde edildi.
Fakat 2008/2009’da küresel mali krizin Almanya’da
vurduğu ilk alan da otomotif sektörü oldu. Sektör içerisinde krizden en
fazla etkilenen ise, aylarca ülke gündeminden düşmeyen Opel oldu.
1898’de
Rüsselsheim’da Opel kardeşleri tarafından kurulan şirket, 1920’li
yılların sonunda Almanya’daki en büyük otomotif üreticisine yükseldi.
1928’de Reich’da üretilen arabaların yüzde 44’ü Opel markalı idi. Ancak
Opel tam da zirvesini yaşadığı bir dönemde, yaklaşan Büyük Buhran
nedeniyle el değiştirdi. 1928’in sonunda komandit şirketten anonim
şirkete dönüştürülen Opel’in yüzde 80’i Mart 1929’da ABD’li otomotif
şirketi General Motors’a (GM) satıldı. 1931’deki küresel mali krize
kadar geri kalan yüzde 20 de GM’nin oldu.
Almanya’daki bütün
firmalar gibi Opel için de İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yeni bir
dönem başladı. Rüsselsheim’daki üretime yeniden başlandı, ayrıca 1960’da
Bochum’da yeni bir üretim merkezi oluşturuldu. Ve Bochum ile birlikte
Opel’in en parlak dönemi başladı. Biliniyor, 1960’lı yıllarda Türkiye ve
Kuzey Kürdistan’dan da çok sayıda “misafir işçi” Almanya’ya geldi,
bunların büyük bir kısmı otomotif sektöründe çalıştı. Rüsselsheim’da
günümüzde bu kadar yoğun bir Dêrsimli kitlenin yaşıyor olması da
Opel’den bağımsız değildir sanırım. 60’lı ve 70’li yıllarda,
yurtdışından ‘ithal’ edilen ucuz iş gücünün de desteğiyle hem genel
olarak sektörde ama özel olarak da Opel’de deyim yerindeyse patlama
yaşandı, satış rakamları dimdik bir şekilde yükseldi. Opel de
Volkswagen’den sonra Batı Almanya’daki ikinci büyük otomotif
üreticisiydi, hatta bazı modellerde piyasa birincisiydi.
Yükseliş
elbette ki kapitalist koşullarda sonsuza dek süremezdi ve 1980’li
yıllardan itibaren düşüş start aldı. Bunda, Birinci Körfez Savaşı’nın
neden olduğu petrol krizi de etkili oldu. 1980’de Opel, tarihinde ilk
defa zarar etti ve 7 bin 500 kişiyi işten çıkardı. 1990’ların başında
ise, ABD’den ithal edilen yönetim kurulu başkanlarının sık sık değiştiği
bir dönemde tarihinin en büyük krizini yaşadı. Her yerde olduğu gibi
Opel’de de her kriz, işten çıkarmalarla hafifletilmeye çalışıldı. Bir
yanda CEO’lara ve yönetim kurulu başkanlarına dudak uçuklatan maaşlar
verilirken, fabrika işçileri kolaylıkla ekmeklerinden edilebiliyor,
kalan işçilerden ise maaşlarının düşürülmesine razı olmaları
istenebiliyordu. Şirket yönetimi, her defasında işçilerden biraz daha
sabır göstermelerini isteyip sorunların kısa sürede çözüleceğini vaat
ederken, gerçek hep tam tersi oldu, çözümsüzlük daha da derinleşti. Öyle
ki Almanya’daki Opel çalışanlarının sayısı 1996’dan 2006’ya kadar 44
bin 700’den 27 bin 600’e düştü.
2008’de patlak veren ve 2010’a kadar
gündemde kalan Opel krizinin sona erdiği sanılmıştı ama önceki gün kara
haber geldi: Opel’in Bochum tesislerindeki otomobil montajı 2016’da
sona erdirilecek. Böylece yaklaşık 4 bin 300 insan (bunların bini
taşeron işçisi) işsiz kalacağı gibi, Bochum tesislerine bağımlı binlerce
insan dolaylı bir şekilde etkilenecek.
Opel şefi Thomas Sedran, bu
haberi 40 saniyelik bir konuşma ile verdikten hemen sonra arka kapıdan
kaçarken, işçiler ve sendikalılar “kör eylemcilik”ten uzak “çok
yaratıcı” bir biçimde yanıt vereceklerini duyurdu. Şirket yönetimi,
düşük talep karşısında yüksek kapasitelerin böyle bir kararı zorunlu
kıldığını söylerken işçiler, şirketin yıllardan beri yanlış
yönetildiğini ve yönlendirildiğini vurguluyor.
Önümüzdeki dönemde en
fazla da Opel’de emek verenlerin omuzlarındaki yük artacaktır. Onlar,
etkili bir mücadele perspektifini geliştirebilmek için krizin
sebeplerini hem mikro hem de makro düzeyde çok yönlü bir şekilde analiz
edip doğru sonuçlar çıkarmak zorunda. Ve bunu yaparken belki de,
Bochum’un içinde bulunduğu Ruhr bölgesinin çok eski olan direniş
geleneğinden yeniden ilham almalılar.
Son bir not: Bu durum
karşısında özeleştiri vermesi gerekirken (sahi, bu ülkede siyasi
sorumluluk taşıyanlar ne zaman özeleştiri verdi ki?), bunu yapmayacaksa
hiç olmazsa Merkel’i örnek alıp susma akıllılığını göstermesi gerekirken
Federal Ekonomi Bakanı FDP’li Rösler’in ABD’deki General Motors
merkezini sorumlu tutup suçlaması, en hafif deyimle yüzsüzlük,
utanmazlık. Ama bu tavrı, Alman hükümetinin Opel meselesine yaklaşımını
da iyi özetliyor.
http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nivis&id=2963
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder