Macar-Rus kökenli ABD'li düşünür Judith Butler, 11 Eylül'de Frankfurt'taki ünlü Pauls Kilisesi'nde yapılan bir törenle, layık görüldüğü Adorno Ödülü'nü aldı. Ödül konuşmasında Butler, Theodor W. Adorno'nun ünlü "Yanlış hayat doğru yaşanmaz" sözüne atıfta bulunup, Frankfurt Okulu'nun kurucusunun ahlak felsefesini bugünün koşulları ışığında yeniden bir değerlendirmeye tabi tuttu. Butler, doğru yaşama dair sorunsalların ahlakın esas sorunlarından, hatta temel sorunu olduğunu vurguladıktan sonra, ahlakın baştan itibaren biyopolitikası ile bağlantılı olduğu tespitini yapıyor. Biyopolitikasını ise"yaşamı örgütleyen güçler" olarak tanımlıyor ve buna, "daha kapsamlı bir nüfus politikası kapsamında resmi veya devlet dışı uygulamalar ve farklı biçimlerle hayatı güvencesizliğe teslim eden ve aynı zamanda hayatlara farklı değerler biçilmesi için belli uygulamalar belirleyen güçler"i de dahil ediyor.
Butler'in temel meramı, belli bir yapısallık içinde kişinin kendi yaşamını örgütleme, şekillendirme ve özellikle de yaşamına 'doğruluk' kazandırma olanakları ile ilgili. Ama bu konuda esas insiyatif bireyde midir? Birey, mevcut sistem içerisinde kendi yaşamını hangi derecede örgütleme imkanına sahip? Ve iktidar, nasıl bir rol oynuyor?
Buradan, bana göre çok ilginç ve önemli bir noktaya varıyor: "Ahlakın en çok bireyselleştirilen sorunu – Benim olan yaşamı nasıl yürüteceğim? – şu gibi biyopolitik sorunlarla bağlantılıdır: Hangi hayat sayılır? Hangi hayatlar hayat olarak önem arz etmez? Hangileri hayat olarak tanınmaz veya kuşkulu?"
Ve sonra da, bu makalenin yazılmasına sebep olan kavramı devreye koyuyor: "Yası tutulamayanlar" ('Die Unbetrauerbaren').
Önemli ölümler, önemsiz hayatlar
Ölüm haberleriyle – gazetede, televizyonda ya da internette – karşılaşmadığımız gün yok gibi. Haberi okuyan veya izleyenler için çoğu zaman sadece bir rakamdan ibaret olan hayatlar, yakın çevrelerine acı ve yas bırakır. Elbette – ve ne yazık ki – geriye acı bırakmayacak kadar yalnızlaşmış insan hayatları da vardır. Ama haber bültenlerinde bir toplam rakamın içine sığdırılan ömürlerin hemen hemen tümü, geriye bir aile ve bir arkadaş çevresi bırakır. Ancak her ölüm, aynı düzeyde yankı bulmaz.
Örneğin 21 Ekim günü ABD'nin Wisconsin eyaletine bağlı Brookfield'de 45 yaşındaki bir adam, eşinin çalıştığı güzellik merkezini basıp önce 3 kişiyi vurarak öldürdü, sonra intihar etti. Konuyla ilgili ajans haberleri Almanya'da 380 kez gazete ve haber sitelerinde yer bulmuş. Aynı gün, Şam'daki bir mahalleye bombalı saldırı sonucu 13 insan öldü. Ajans haberi 195 sayfada yankı bulmuş. Kuşkusuz daha detaylı bir taramada daha uç sonuçlar bulunabilirdi. Ama bu örnek de, her ölümün aynı şekilde önemsenmediğini gösteriyor. Dolayısıyla bazı hayatlar daha 'kıymetli' iken, bazı hayatlar daha 'önemsiz'. Örneğin savaşın yaşandığı coğrafyalardan günlük olarak gelen ölüm haberleri ile savaşın olmadığı Batı ülkelerindeki ölümler aynı düzeyde 'ilgi' ile karşılanmıyor.
Hayatların değerini kim belirliyor?
Buradan, medya ahlakı ile ilgili zaten yürütülen bir tartışmaya girmeden, tekrar Butler'in "yası tutulamayanlar" sözüne dönmek istiyorum. Butler'e göre hangi hayatın değerli ve dolayısıyla korunmaya değer, hangisinin ise değersiz olduğuna karar veren, "hakim değerler sistemi"dir. Dolayısıyla "yası tutulmayanlar" konusu hem felsefi ve ahlaki ama hem de ideolojik ve politik bir meseledir.
Aynı zamanda iktidar ilişkilerinin sorgulanmasını gerektiriyor. Ve bu iktidar ilişkileri biyopolitik düzen bağlamında hem küresel çapta (küresel kuzey-küresel güney somutunda) hem de tek tek yerellerde ifadesini bulur. Peki hakim değerler sistemi hangi hayatın kıymetli, hangisinin ise kıymetsiz olduğuna nasıl, neye göre karar veriyor? Bu hususta politik çıkarlar ve ideolojik yaklaşımlar temel bir rol oynuyor gibi. Küresel kapitalist düzen içerisinde iktidarı oluşturanlar, kendi varlıklarını sürdürmek için bir kesimi 'yaşatırken', varlığının maddi (ve ideolojik) zeminini güvence altına almak içinse kendini sömürülen nesnelerle 'yaşatıyor'. Bir anlamda 'değersizler' ile 'değerliler' ayrımı, mevcut düzenin temelini oluşturuyor. Bir kesimin hayatı değerden yoksun kılındığı için diğer bir kesimin hayatı güvence altına alınıyor. Ki bütün herkesin hayatının aynı şekilde 'değerlendirilmesi' durumunda mevcut sistem geçerliliğini yitirir.
Kuşkusuz mevcut biyopolitik düzen içerisinde 'yası tutulmayan' halklardan biri de Kürt halkıdır. "En iyi Kürt ölü Kürttür" bu gerçeği iyi özetleyen bir sözdür. 19. ve 20. yüzyılda Kürdistan topraklarında uygulanan katliamlar ve dış güçler ile farklı ülke kamuoylarının bu katliamlar karşısındaki suskunluğu, aldırmazlığı, kayıtsızlığı, kimi zaman da (doğrudan veya dolaylı) desteği, yaşam hakkı denen şeyin Kürtler için geçerli olmadığını, ya da en azından savunulmak zorunda olmadığını gösteriyor.
Kürdü katletmenin hafifliği
Bu durum, günümüzde de farklı değil. Hatta değişen koşullar dikkate alındığında daha vahim bir noktada olduğumuz belirtilebilir. Öyle ki – somut olarak Kuzey Kürdistan ve Türkiye'deki gerçekten söz edecek olursak – 80'li ve 90'lı yıllarda devlet cinayetlerini 'faili meçhul' bir biçimde işlerken, 2000'li yıllarda artık buna gerek duymuyor, alenen katledebiliyor. Hatta yaşanılası bir hayat isteyen Kürdü öldürmek, onun hayatına son vermek gayet de meşru. Sadece son birkaç yıla bakalım. Ceylan Önkol, Mustafa Dağ, Mahsum Karaoğlan, Aydın Erdem, Halil İbrahim Oruç, Hacı Zengin ve diğerleri... Roboskî'de katledilen 34 can. Ne bir özür, ne bir soruşturma, ne bir yargılama. Çünkü onlar Kürt ve dolayısıyla yaşamları değersiz.
Bir insan açısından, yaşam hakkı denen şeyin kendisi için geçerli olmadığını, sırf kimliğinden dolayı bu dünyaya o haktan mahrum bir şekilde geldiğini, varlığının hiçbir güvencesi olmadığını, hayatına her an son verilebileceğini ve tetiğe basacak olanın bunun hesabını vermek zorunda olmayacağını bilmek, bu bilinçle yaşamak ne anlama geliyor? Ve bu gerçek bireysel düzeyle sınırlı değilse, koca bir halkın yaşam hakkı gaspedildiğinde, yok sayıldığında, 'gereksiz' veya 'lüzumsuz' ilan edildiğinde, nasıl bir kitle psikolojisi oluşur?
Cenaze törenleri biyopolitik düzene yanıttır
Bu gerçek dikkate alınmadan, Kürtlerin özgürlük mücadelesiyle birlikte ortaya çıkan 'vejîn' olgusu anlaşılamaz. Aynı şekilde Kürdistan'da yeni bir format kazanan 'ölüm-yaşam' denklemi de. Hayatı ta başından itibaren değersizleştirilenlerin kurduğu bu denklem içinde yaşamın, uğruna ölünecek kadar sevilmesi de, ölümden yaşam yaratılışı da pek anlaşılmadı, anlaşılmak istenmedi-istenmiyor. Bu nedenle hala birileri kalkıp da Kürdistan'daki cenaze törenlerinden yola çıkarak, Kürt annelerinin evlat acısını çekmediğini, hatta insani ve anne duygularından yoksun olduklarını, çünkü evlatlarının tabutunu zılgıtlarla toprağa verdiğini söyleyebiliyor. Oysa bu törenlerde, biyopolitik düzen ve onun yerel temsilcisinin gözünde değeri olmayan bir hayata değeri, sona erdirildikten sonra iade ediliyor. Üstelik bunu, yasını tutanlar gerçekleştiriyor. Bu nedenle her cenaze töreniyle birlikte bütün bir sistem boşa çıkartılıyor, onun 'kıymetsiz' ilan ettiği hayata kolektif bir şekilde sahip çıkılarak, yeni (ve büyük) bir değer biçiliyor. Sistem tarafından yası tutulmayanlar, bir yas ayaklanmasında toplandıklarında, bu nedenle sadece katledilenin değerini büyütmekle kalmayıp, kolektif düzeyde inkar edilen yaşam hakkını savunuyor ve dolayısıyla hayatlarına değer katıyor. Devletin cenaze törenlerine bu denli saldırması, engellemeye çalışması, tabuta bile gaz bombası sıkması da, aynı gerçekten ötürüdür.
Bir halkın, ölümlerden yaşam yaratmaya, ölerek yaşam hakkını savunmaya mecbur bırakılması kadar acı, korkunç ve ağır bir şey olamaz. Bunu izleyenler açısından ise en büyük utançtır. Bu utançtan kurtulmanın ve dolayısıyla ölümleri durdurmanın tek yolu ise, yaşam hakkını aktif bir şekilde savunmak. Ve yaşam, sadece hayatta kalmak demek değildir, yaşanacak bir yaşama sahip olmak demektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder