Geçtiğimiz günlerde 98 Weeks adlı proje kapsamında ‘Toplumsal
Cinsiyet ve Milliyetçilik’ başlıklı bir panelde konuşmak üzere Kürt
Kadın Hareketi olarak Lübnan’ın başkenti Beyrut’a davet edildik. İki
bölümden oluşan panelin ilk bölümünde Ortadoğu’da devam etmekte olan
Üçüncü Dünya Savaşı’nın kapitalist modernitenin 200 yıldır kendini
Ortadoğu’da inşa etme çabaları bağlamında ele alındı. Bu çerçevede
ulus-devletin sürekli bir biçimde kriz, kaos ve savaş üretmek için nasıl
bir rol oynadığı üzerinde durulurken, birer ideolojik aygıt olarak
milliyetçilik, dincilik veya mezhepçilik ile cinsiyetçiliğin nasıl bir
işlevselliğe sahip olduğu ortaya konuldu. Yine Kürt Halk Önderi Abdullah
Öcalan tarafından geliştirilen Demokratik Konfederalizm sistemi,
bununla bağlantılı olarak siyasi ve toplumsal ifadesi olarak demokratik
özerklik anlatıldı. Demokratik özerklik demokratik konfederalizmin bir
nevi bedenini oluştururken, demokratik ulus ise ruhudur.
Panelin ikinci bölümünde Rojava somutunda bu sistemin nasıl inşa edildiği üzerinde duruldu. Bu çerçevede özellikle kadın öncülüğüne vurgu yapıldı; eşbaşkanlık sistemi, öz savunma, Demokratik Özerk yönetimleri, komün ve meclis örgütlenmeleri anlatıldı.
Doğrusunu söylemek gerekirse çokça “Ortadoğu’nun Paris’i” olarak isimlendirilen Beyrut’ta gerçekleştirilen paneldeki tartışma düzeyi, farklı yerlerdeki panellerle kıyaslandığında nitel açıdan oldukça güçlüydü. Bu elbette ki katılımcıların entelektüel düzeyi ile de bağlantılı bir durumdur. Fakat burada gördüğümüz, güncel siyasi gelişmelerden ziyade daha çok Öcalan’ın geliştirmiş olduğu paradigmanın kendisine ve bu çerçevede oluşturulan konseptlere yoğun bir ilgi duyulduğu ve anlama çabasının olduğu.
Bunun sebebi ise şudur: Ortadoğu’nun bir nevi mikromodeli konumundaki Lübnan’da birçok insan, Apocu paradigmayı ve bu bağlamda geliştirilen çözüm modelini kendi yaşadıkları sorunlardan çıkış yolu olarak görüyor. Zira her zaman çok etnisiteli, çok kültürlü ve çok inançlı bir ülke olarak övülen Lübnan’da mevcut siyasal, ekonomik ve toplumsal sistem var olan sorunları çözmeyip derinleştiren ve sürekli yeni sorunlar ekleyen bir konumdadır. Sorunlarla birlikte artış gösteren çözüm arayışı Lübnanlıları Kürt Hareketi’ne yakınlaştırıyor. Panel esnasında bir katılımcının “Öcalan’dan bahsederken neden Kürt Halk Önderi diyorsunuz? O benim de önderimdir” şeklindeki müdahalesi bunun bir göstergesi.
Lübnan’da bulunduğumuz sürece görüştüğümüz insanların çoğu – ki ağırlıkta 25-40 yaş arası, önemli bir entelektüel düzeye sahip, hayata daha sol bir açıdan bakan aktivistlerdi – bir tek Öcalan’ın geliştirdiği modelin Lübnan’daki ağır sorunları çözebileceğini ifade ediyorlardı. Bu öylesine, propaganda olsun diye yazılmış bir şey değil. Gerçekten de Apocu paradigma ve onun somut sistemsel ifadesine büyük bir sempati ve sahiplenme düzeyi söz konusu. Bunda elbette ki bizzat Öcalan tarafından 1979-1992 yılları arasında Lübnan’da yürütülen çalışmaların da payı vardır.
Fakat Lübnan’daki bütün solun yaklaşımı böyle pozitif değil. Mesela tanıştığımız beyaz keten gömlekli ve puro içen 65 yaşlardaki bir ‘eski tüfek’ solcusu “Ya Kürtler milliyetçi, onlar etnik temizlik yapıyor, Arapları kendi köylerinden kovup oraları işgal ediyorlar. İsrail’le işbirliği yapıyorlar, Esad rejimi ile çalışıyorlar” şeklinde Kürt hareketini karalayan sözler sarf etti. Bu kişi ya bilmeden konuşuyordu ya da bilerek Kürtleri karalamaya çalışıyordu. Çok da önemli değil. Çünkü onun sözleri başka bir durumu yansıtıyordu.
Beyrut’ta yaşayan bir Filistinli, Lübnan’da Kürt hareketine böyle yaklaşan çok kişi olduğunu, ancak bunların ağırlıkta ‘eski kuşak’tan olduğunu söyledi. Ona göre Kürt hareketi, Ortadoğu’da geçen yüzyılda, özellikle de 70’li yıllar ve sonrasında mücadele etmiş birçok hareket ve kişi için turnusol kağıdı işlevini görüyor. Şöyle diyordu: “Lübnan’daki savaş, bir başarı, çözüm veya anlaşma ile bitmedi. Taraflar bir nevi savaşmaktan yorgun düştüğü için bitti. Birçok grup ve örgüt başarısız kaldı, hedeflerine ulaşamadılar. Fakat bunun şimdiye kadar ne özeleştirisi verildi ne de bu gerçekle yüzleşme gerçekleştirildi. O yüzden, hem Arap milliyetçiliği hem de sınıfsal yaklaşımın da etkisiyle ‘Bizim yapamadığımızı Kürtler mi yapacak?’ diyorlar. Kürtlerin başarısı onların başarısızlığını gösteriyor. Bir nevi ayna gibidir. O aynaya bakmak istemedikleri için de Kürtleri karalıyorlar.”
Bu kesim, bir azınlığı oluştursa da genel bir yaklaşım sorununa işaret ediyor. Yeni kuşak diyebileceğimiz kesimler çok daha az milliyetçiliğin ve dogmatizmin etkisinin altında olup Apocu paradigmayı daha fazla sahipleniyor. Ancak yukarıda tarif edilen ‘eski kuşak’ da Kürt hareketini karalamak yerine özeleştirel bir biçimde kendi gerçeği ile yüzleşse, hem kendi mücadele değerlerini sahiplenmiş olur hem de yeniden güçlü bir mücadelenin geliştirilmesinde önemli rol oynayabilir.
Bu örnek aynı zamanda milliyetçiliğin sol içinde nasıl olumsuz bir rol oynadığını ve devrime hizmet etmediğini de gösteriyor. O nedenle gerçekten çok daha yoğun bir biçimde milliyetçiliğin Ortadoğu’da nasıl bir rol oynadığını irdelemeye ve bununla bağlantılı aşma mücadelesini geliştirmeye ihtiyaç vardır.
28 Ekim 2016'da yayımlandı
Panelin ikinci bölümünde Rojava somutunda bu sistemin nasıl inşa edildiği üzerinde duruldu. Bu çerçevede özellikle kadın öncülüğüne vurgu yapıldı; eşbaşkanlık sistemi, öz savunma, Demokratik Özerk yönetimleri, komün ve meclis örgütlenmeleri anlatıldı.
Doğrusunu söylemek gerekirse çokça “Ortadoğu’nun Paris’i” olarak isimlendirilen Beyrut’ta gerçekleştirilen paneldeki tartışma düzeyi, farklı yerlerdeki panellerle kıyaslandığında nitel açıdan oldukça güçlüydü. Bu elbette ki katılımcıların entelektüel düzeyi ile de bağlantılı bir durumdur. Fakat burada gördüğümüz, güncel siyasi gelişmelerden ziyade daha çok Öcalan’ın geliştirmiş olduğu paradigmanın kendisine ve bu çerçevede oluşturulan konseptlere yoğun bir ilgi duyulduğu ve anlama çabasının olduğu.
Bunun sebebi ise şudur: Ortadoğu’nun bir nevi mikromodeli konumundaki Lübnan’da birçok insan, Apocu paradigmayı ve bu bağlamda geliştirilen çözüm modelini kendi yaşadıkları sorunlardan çıkış yolu olarak görüyor. Zira her zaman çok etnisiteli, çok kültürlü ve çok inançlı bir ülke olarak övülen Lübnan’da mevcut siyasal, ekonomik ve toplumsal sistem var olan sorunları çözmeyip derinleştiren ve sürekli yeni sorunlar ekleyen bir konumdadır. Sorunlarla birlikte artış gösteren çözüm arayışı Lübnanlıları Kürt Hareketi’ne yakınlaştırıyor. Panel esnasında bir katılımcının “Öcalan’dan bahsederken neden Kürt Halk Önderi diyorsunuz? O benim de önderimdir” şeklindeki müdahalesi bunun bir göstergesi.
Lübnan’da bulunduğumuz sürece görüştüğümüz insanların çoğu – ki ağırlıkta 25-40 yaş arası, önemli bir entelektüel düzeye sahip, hayata daha sol bir açıdan bakan aktivistlerdi – bir tek Öcalan’ın geliştirdiği modelin Lübnan’daki ağır sorunları çözebileceğini ifade ediyorlardı. Bu öylesine, propaganda olsun diye yazılmış bir şey değil. Gerçekten de Apocu paradigma ve onun somut sistemsel ifadesine büyük bir sempati ve sahiplenme düzeyi söz konusu. Bunda elbette ki bizzat Öcalan tarafından 1979-1992 yılları arasında Lübnan’da yürütülen çalışmaların da payı vardır.
Fakat Lübnan’daki bütün solun yaklaşımı böyle pozitif değil. Mesela tanıştığımız beyaz keten gömlekli ve puro içen 65 yaşlardaki bir ‘eski tüfek’ solcusu “Ya Kürtler milliyetçi, onlar etnik temizlik yapıyor, Arapları kendi köylerinden kovup oraları işgal ediyorlar. İsrail’le işbirliği yapıyorlar, Esad rejimi ile çalışıyorlar” şeklinde Kürt hareketini karalayan sözler sarf etti. Bu kişi ya bilmeden konuşuyordu ya da bilerek Kürtleri karalamaya çalışıyordu. Çok da önemli değil. Çünkü onun sözleri başka bir durumu yansıtıyordu.
Beyrut’ta yaşayan bir Filistinli, Lübnan’da Kürt hareketine böyle yaklaşan çok kişi olduğunu, ancak bunların ağırlıkta ‘eski kuşak’tan olduğunu söyledi. Ona göre Kürt hareketi, Ortadoğu’da geçen yüzyılda, özellikle de 70’li yıllar ve sonrasında mücadele etmiş birçok hareket ve kişi için turnusol kağıdı işlevini görüyor. Şöyle diyordu: “Lübnan’daki savaş, bir başarı, çözüm veya anlaşma ile bitmedi. Taraflar bir nevi savaşmaktan yorgun düştüğü için bitti. Birçok grup ve örgüt başarısız kaldı, hedeflerine ulaşamadılar. Fakat bunun şimdiye kadar ne özeleştirisi verildi ne de bu gerçekle yüzleşme gerçekleştirildi. O yüzden, hem Arap milliyetçiliği hem de sınıfsal yaklaşımın da etkisiyle ‘Bizim yapamadığımızı Kürtler mi yapacak?’ diyorlar. Kürtlerin başarısı onların başarısızlığını gösteriyor. Bir nevi ayna gibidir. O aynaya bakmak istemedikleri için de Kürtleri karalıyorlar.”
Bu kesim, bir azınlığı oluştursa da genel bir yaklaşım sorununa işaret ediyor. Yeni kuşak diyebileceğimiz kesimler çok daha az milliyetçiliğin ve dogmatizmin etkisinin altında olup Apocu paradigmayı daha fazla sahipleniyor. Ancak yukarıda tarif edilen ‘eski kuşak’ da Kürt hareketini karalamak yerine özeleştirel bir biçimde kendi gerçeği ile yüzleşse, hem kendi mücadele değerlerini sahiplenmiş olur hem de yeniden güçlü bir mücadelenin geliştirilmesinde önemli rol oynayabilir.
Bu örnek aynı zamanda milliyetçiliğin sol içinde nasıl olumsuz bir rol oynadığını ve devrime hizmet etmediğini de gösteriyor. O nedenle gerçekten çok daha yoğun bir biçimde milliyetçiliğin Ortadoğu’da nasıl bir rol oynadığını irdelemeye ve bununla bağlantılı aşma mücadelesini geliştirmeye ihtiyaç vardır.
28 Ekim 2016'da yayımlandı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder