Angelus Novus; yani Yeni Melek, belki de
tarihselleşme iddiasındaki insandır. Şimdi’nin yaratıcı anında kanat
çırpan, geçmiş ile şimdi arasındaki o incecik çizgiden oluşan eşiği
aşarken geleceğe doğru, gözleriyle geçmişe bakan. Aslında hem tarih hem
de şimdi’dir Angelus Novus. Çünkü tarih ne kadar şimdi ise, o kadar
kendisine müdahale edilebilir.
1915-1940 yılları arasındaki 25 yıllık süreç, belki de Almanya’nın yakın
tarihindeki en altüst oluşlu çeyrek yüzyılıdır. İki Dünya Savaşı
arasındaki bu çeyrek yüzyıla neler sığmadı ki! Yıkım, yokoluş, yeniden
doğuş, umut, hayal kırıklığı, ölüm, savaş, bomba, barış, gelecek… Dün,
bugün ve yarın. Bu çeyrek yüzyılı belki de en iyi anlatan üç sözcük.
Ressam
Paul Klee’nin yaklaşık 50 tablodan oluşan melek motifli serisi işte
böyle bir süreçte, 1915-1940 yıllarında oluştu. Klee onlara "melekliğin
dehlizindeki yaratıklar" derdi. Gerçekten de bildik melek tasvirlerin
yanından bile geçmiyordu Klee’nin ‘yaratık melekleri’. Ne sarı lüleli
saçları ne de masumiyetin ta kendisi bir beyazlıktaki önlükleri vardı
onların. Yok, onlar farklı bir zamanın melekleriydi. Yıkıcı bir çağın,
modern zamanların melekleriydiler belki de. Algılarımızdaki sarı saçlı
beyaz önlüklü melek resmini yıkmaya gelmişlerdi. Belki de varlığına
sığındığımız o melekler hiç olmamıştı. Her şey bir kandırmacaydı. Saf
masumiyet, mutlak iyilik diye bir şey yoktu; ne yeryüzünde ne de
gökyüzünde. Kim bilir…
* * *
Paul Klee, Birinci Dünya Savaşı’nın
bitiminden iki yıl sonra, 1920’de resmettiği Angelus Novus (Lat. Yeni
Melek) tablosundan önce de Walter Benjamin’i derinden etkilemişti.
Benjamin, Ekim 1917’ye ait bir notta Klee’nin, kendisine dokunup resim
sanatının temelleri ile ilgilenme motivasyonunu sunan tek modern ressam
olduğunu yazar. Eşi Dora da Benjamin’e 1920 yılında Klee’nin bir başka
tablosunu hediye eder. Fakat Angelus Novus bir başka etki bırakır
Benjamin üzerinde. Resmi satın aldığı 1921 yılından yaşama veda ettiği
1940 yılına kadarki 20 yıllık sürede ‘Yeni Melek’ Benjamin’in düşünsel
ve yazımsal çalışmalarında sık sık kanatlanır.
***
"Klee’nin
Angelus Novus adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden
sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor. Gözleri
faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de
ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri
gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan
üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak
isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden
birleştirmek… Ama Cennet’ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle
şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar
gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz,
sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu
fırtınadır." (8. Tez)
***
Bu alıntının ait olduğu Tarih Felsefesi
Üzerine Tezler adlı kısa çalışma, Benjamin’in 1940’taki ölümünden çok
kısa bir süre önce yazıldı. 1942’de Frankfurt Toplumsal Araştırmalar
Enstitüsü tarafından yayımlanan bu makalesinde Benjamin, tarihselcilik
eleştirisi üzerinden kendi tarih anlayışını ortaya koyuyor. Avrupa’da
faşizmin yükseldiği bir dönemde kaleme alınan bu çalışmasında Benjamin
düz ilerlemeci tarih anlayışını, temelinde homojen ve boş bir zaman
algısının bulunduğunu ortaya koyarak eleştirir. Materyalist tarih
anlayışını şimdiki zaman kavramı üzerinden eleştirip, şimdiki zamanın
sadece belirli bir geçmişle ilişkisi bağlamında ele alınıp şimdinin
zamanı olarak kavranabileceğini belirtir. Yani tarihin bütünsel bir
diyalektik anlayışı çerçevesinde ele alınması gerektiğini ortaya
koyarken, bu yöndeki düşüncelerini ayrıntılandırmıyor. Daha doğrusu ömrü
yetmiyor.
* * *
İşte tam da bu noktada, Abdullah Öcalan devreye
giriyor. Yanlış anlaşılmasın; Öcalan’ın bilerek Benjamin’in 70 yılı
aşkın bir süre önce yapmış olduğu ama devamını getir(e)mediği bu
başlangıcı tutup tamamladığı iddia edilmiyor. Ancak iki düşünürün tarihi
ele alışındaki benzerlik dikkat çekicidir. Zaman ve mekanı aşan bir
düşünsel yakınlık söz konusudur. Hakikate yakınlık belki de buradan
ileri gelmektedir; zira farklı zaman ve mekanlarda ortaya çıkan,
şekillenen, olgunlaşan düşünce, belki de hakikate en yakın olanıdır.
Abdullah
Öcalan’ın tarih konusundaki görüşlerini bu kısalıktaki bir makaleye
sığdırmak pek mümkün değil. Kendi başına ele alınması gereken bir
konudur bundan ziyade. Hatta – birçok konuda olduğu gibi - Öcalan’ın
tarih felsefesindeki düşünsel gelişim çizgisini irdelemek heyecan verici
bir araştırma olsa gerek. Ancak bu makalenin amacı, Klee’nin Angelus
Novus’unun aslında Benjamin’den daha çok Öcalan’ın tarih anlayışını
simgelediğini ifade etmektir.
* * *
"Şüphesiz tarih eşittir tarih
demek kaba bir totoloji olacaktır. Fakat şimdi’nin çok büyük oranda
geçmişin, tarihin etkisinde oluştuğunu görememek daha büyük körlüklere
yol açacaktır." (A. Öcalan: Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik
Uygarlık Çözümü, Mezopotamya Yayınları, s. 115)
"Şimdi veya güncellik
ile tarih arasındaki bağa sıkça değinmenin gereği vardır. Tarihten
kopuk güncel somutun, yaşanan şimdinin analizi ne kadar yanlışlıklara
açıksa, şimdileşmeyen tarih analizleri de o kadar hatalara açıktır.
Gerçeğin şimdideki hali tarihsiz çok eksik kavranır. Zaman her zaman
gerçeğin inşa boyutudur. Zamansız gerçek bile olsa düşünülemez. Bu belki
de mutlak denilen sırdır. Toplumsal gerçeklikte zamanın inşa gücü ve
yeteneği temel bir ilke değerindedir. Toplumsal yaşamın zamanla
sınırlanmış süre halini kavramak, sosyolojinin baş etmek zorunda olduğu
temel sorunudur. (…) İnsan iradesi ancak şimdiye müdahale edebilir.
Dolayısıyla tarih ne kadar şimdiyse o kadar kendisine müdahale
edilebilir." (Ebd. s. 140)
* * *
"Tarih günümüzde gizlidir ve biz
tarihin başlangıcında gizliyiz", Abdullah Öcalan’ın öğreti değerinde ele
alınan ve sahiplenilen sözlerindendir. 1997 yılında Serxwebûn
Yayınları’ndan çıkan çözümleme kitabının da adı olan bu söz, Öcalan’ın
felsefesindeki yerini korumaktadır. Ancak tarih paradigmasındaki en
temel değişiklik, "tarım köy toplumu olmadan şehir temelli sermaye ve
iktidar tekelciliğinin gelişmeyeceği" yönündeki düşünce olmaktadır. Bu
ise tarihsel materyalizm ve pozitivizm etkilerinden köklü kopuş anlamına
gelmektedir. Tarihin sadece iktidar ve devletler yığınının toplamı
olmadığının altını çizen Öcalan, tarihsel toplum kavramını geliştirerek
hem evrensel hem de (Kürtler bağlamında) yerel tarihi yeniden bir
değerlendirmeye tutuyor da. Yani sadece bir tarih teorisini
geliştirmiyor; o teori bağlamında tarihi yeniden yorumluyor da.
Tarih
paradigmasındaki değişikliği sadece tarım köy toplumu veya neolitik çağ
ve bu bağlamda devletli uygarlık ile ilgili analizlerine bağlamak çok
eksik, hata yanlış olur. Ki Öcalan’ın tarih felsefesi diyalektik
anlayışından kopuk kesinlikle ele alınamaz. Belki de kendi başına
irdelenmesi gereken bir husustur Öcalan’ın diyalektik anlayışı. Bu
konuda ne Hegelci ne de Marksist. Tersine. Ve Öcalan için diyalektik,
tez-antitez-sentez formülüne sığmayıp, illa şemalaştırılacaksa, bir
daireyi oluşturan iki ok işaretinin belki kısmen ifade edebileceği bir
dünyaya bakış açısının özetidir. Kendi tanımı şöyle: "Diyalektiği ne
zıtların yıkıcı birliği olarak ne de değişimi zıtsız, anın oluşçuluğu,
yaratılışçılığı biçiminde yorumlamak doğrudur." (A. Öcalan, Özgürlük
Sosyolojisi)
Bu hususun tarih felsefesi açısından ne denli önem
teşkil ettiğini ise Abdullah Öcalan şöyle özetlemektedir: "Diyalektiğin
hep yok edici kutuplar olarak işlemediğini fark ettikten sonra, genel
evrensel oluşumda gözlemlendiği gibi, tarihsel-toplumun da yok edici
olmayan (ara sıra olabilen ama daimi olmayan) diyalektiksel gelişiminde
uygarlığın tekçi değil, ikilemsel bir süreç olduğunu tespit etmem zor
olmadı." (Ebd.)
Öcalan’ın bu diyalektiği, bir düşünme biçimi ve bakış
açısı olarak olay ve olgulara yaklaşımının esasını oluşturmaktadır. Ne
böyle ne de şöyledir. Her zaman iki yönlüdür. Ama iki yönün toplamı da
değildir. Belki de ‘üçüncü yön’ olarak isimlendirilebilecek olanın
düşünceleşmiş halidir.
Buradan tekrar tarih konusuna dönecek
olursak; Öcalan’ın felsefesinde tarih de ne düz ilerlemeci ne de
döngüseldir. Çünkü şimdiye müdahale etme yeteneğine ve gücüne sahip
insan iradesi var. Ancak bunun için şimdi’nin "olağanüstü yaratıcı an
değeri" kavranmalı. Yine Öcalan’dan dinleyelim: "Tarihsel akış
tekrarlardan ibaret bir döngüler sistemi olmadığı gibi, çizgisel bir
ilerlemecilik de değildir. Kendi içinde ne kadar zihniyet ve yapısal
hareket oluşturduysa, o ağırlıkta paylar taşıyan bütünsellikle kazanmış
bilinç ve eylemler hareketinin toplamıdır. Tarihselleşmek, akış
halkalarından biri olmak her zaman mümkündür. Bunun koşulu ise gereken
ağırlıkta zihniyet gücüyle yapısal form kazanmaktır." (Ebd.)
Angelus
Novus; yani Yeni Melek, bu bağlamda belki de tarihselleşme iddiasındaki
insandır. Şimdi’nin yaratıcı anında kanat çırpan, geçmiş ile şimdi
arasındaki o incecik çizgiden oluşan eşiği aşarken geleceğe doğru,
gözleriyle geçmişe bakan. Aslında hem tarih hem de şimdi’dir Angelus
Novus. Çünkü tarih ne kadar şimdi ise, o kadar kendisine müdahale
edilebilir.
144. PolitikART'ta yayımlandı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder