Kayıp duruyor bakışları
duvardaki resme ve kapıya
oğul mu beklediği, sevgili mi
Belli ki yaşıyorlar hala
uzun uzun yaşıyorlar belli ki
bırakıp gittikleri anılarıyla
Çıkıp gelirler bir gün belki
Üşümüştür çünkü toprağın
soğuk yalnızlığında birisi
Öteki arkasında parmaklığın
(Ahmet Telli)
Analar... Yürekleri sonsuz mavi sevgi deryası analar. Yaşamı acıyla
ödeyen, her acısı bir çizgi olarak yüzüne yazılan analar. Ama acılardan
yaşamı yaratan analar. Sözlüklerde ‘ben’in yerini ‘evlatlarım’ ile
değiştiren analar. Sevinçlerinin de, gözyaşlarının da rengi aynı olan;
hikayeleri yazılmamış analar. Ve evlatlar... Her daim çocuk kalan
evlatlar. Analarının hikayelerini bazen sayfaları kırış kırış sararmış
fotoğraf albümlerinde, bazen bir yara izinde, bazen bir mezar taşının
altında gizlice mendile konulan bir avuç toprakta, ama her zaman da
yüreklerinde taşıyan evlatlar. Dinleyin bu hikayeyi; bir ananın hikayesi
bu. Umut kokan sevinçli çocukların gülüşlerine sevdalanan bir ananın
hikayesi. Yüreğine bütün dünya çocuklarına yetecek kadar sevgi sığdıran
Hatice Ana’nın hikayesi...
Hikayemiz Dersim’de, isyanın ve
direnişin diyarında başlıyor. Bir anadır Dersim, bebelerini Munzur’un
asi suları ile emziren. Dersim’in diğer adı sürgündür. Ve Hatice Ana’nın
hayatının yollarını da hep sürgün çizmiştir. Önce Sivas’a göçmüş
ailesi, oradan da Kayseri’ye. 1920’li yıllarda buradan altı çocuklu bir
ailenin en küçüğü olarak hayata ‘merhaba’ der. Belki de ailenin en
küçüğü olmasından dolayı emekle geçen çocukluğunda eşitlik ve adalet
olguları kişiliğinde önemli bir yer edinir. Ancak haksızlık çok geçmeden
O’na da darbeyi vurur. Zorla amcasının oğlu ile evlendirilir.
Evliliğinin ardından doğduğu, çocukken oynadığı, ektiği topraklardan
koparılır. Ankara’ya taşınırlar; önce Nato Yolu’na, sonra meşhur
Tuzluçayır mahallesine. 10 çocuk doğurur, ama üçü erkenden ölür. 7
çocuklu bir anadır artık.
‘D’ harfinin büyük yazıldığı
yıllardır. Devrim, Darbe, Direniş... Ve Ankara da kelime oyunlarına
nesnedir; kimi zaman ‘Anakara’, kimi zaman ‘Anakarargâh’ oluyor. Ve
gecekondu mahallelerinde davarcılık yaptığı yıllarda yol kenarında
çamurdan güvercin yapan çocuklar, bu kez birer delikanlı olmuş,
duvarlara kırmızı boyayla ‘D’ harfli kelimeler yazıyorlar; yüreklerinde
kocaman hayaller. Mahalledeki kasketli ve bıyıklı adamlar kendi
aralarında dalga geçerken, Hatice Ana anlar, hayallerin aslında gerçek
olduğunu. Ve daha sonra yüreklerini büyüterek milyonların yüreği haline
gelecek olan bir kaç yürekli insanla arkadaşlık kurunca, oğlu Rıza;
Hatice Ana da bütün büyük yüreklilerin anası olur. Onlar ki, gözlerinde
farklı bir ışık, yüreklerinde farklı bir sıcaklık, seslerinde ayrı bir
ezgi taşıyorlardı. Çünkü onlar çocukluk hayallerini büyümenin
sokaklarında yitirmemişlerdi. Onlar çocukluk hayallerinin
savaşçılarıydılar ve Hatice Ana kavgalarında buldu kendini, buldu yitik
sandığı hayallerini ve sevdalandı davalarına. Önce onlara ana oldu,
evinin kapılarını açtı. Onlar toplantı ve eğitimlerde hayallerini
gerçekleştirmenin yollarını çizerken, o yemeklerini pişirirdi, çaylarını
demdi... Akşam saatlerinde ise yataklarını sererdi. Yemek ocağın
üzerinde pişerken, sessiz adımlarla odanın kapalı kapısına yaklaşır,
işitmeye çalışırdı konuşulanları. Çok yorulurdu, ama sevdalandığı bu
davaya emeğiyle ortak olmak mutlu ederdi O’nu. Yürekli insanlar,
yüreğindeki sevgiyi çoğaltıyordu. Sevdikçe sahip çıkarmış insan,
cesaretlenirmiş. Ve Hatice Ana biraz da Brecht’in Cesaret Anası’ydı.
Zira artık 1970’li yılların ikinci yarısında evi baskınlara da mekan
olur, ancak O’nun sakladığı hiçbir silah ele geçmez.
1980
yılına gelindiğinde Eylül fırtınası en çok da Ankara’nın sokaklarında
esmişti. O fırtına ki, kasırgaya dönüşüp Hatice Ana’nın evlatlarını
yutmaya çalışıyordu. Çok sevdiği Mazlum ile Kemal, kendi oğlu ve daha
niceleri zindandaydılar artık. Darbenin amacı soluksuz, sessiz bırakmak
iken, Hatice Ana ise çocuklarıyla daha da kenetlenerek cevabını verir.
Ve artık bir militan gibi katılır çocuk gülüşlülerin davasına; haritada
Amed, Ankara, Adana ve Antep arasındaki yolu kırmızı boyayla çizer. Bir
kurye gibi çalışır, cezaevinden dışarıya, dışarıdan cezaevine ve
cezaevinden cezaevine bilgi taşır. İnancı öyle büyük ki, kendini tamamen
artık onun da davası olan üç harfe adar ve bir duruşun adı olur. Kendi
ağzından dinleyelim: “Cezaevine girdiğinde Kemal Pir’e bir kat elbise
yaptım. Ailesi hiç gelmiyordu. Bir gün baktım ki babası, annesi ve
bacısı gelmiş. Onlara çok kızdım. Babasına ‘Sen şimdiye kadar
neredeydin’ dedim. Kemal Pir dünyada tekti“.
Birçok evladını
yitirir Hatice Ana, ama inancını ve kararlılığını asla yitirmez.
Tersine, yaşadığı her acıyı güce dönüştürmeyi bilir. Gülüşü mahsum,
yüreği korkmaz Agit’i vurulduğunda, silahını heybetle tuttuğu fotoğrafı
önce Hatice Ana’ya gönderilir. Bunu öğrenen askerler, fotoğrafı almak
için evini basarlar. Ancak Hatice Ana vermez fotoğrafı. “Evimi ateşe
ver, ama bu fotoğrafı alma. Benim oğlumdur. Oğlumu vermiyorum. Eve gir,
ne alırsan al; ama oğlumu almayacaksınız“ der. Ki, Hatice Ana 1980’li
yıllarda sürekli basılan evinin duvarlarına bayraklar ve fotoğraflar
asmaktan hiç çekinmez, hangi paha uğruna olursa olsun, bunları savunmayı
her zaman bilir.
Zindanların işkencehanelere dönüştüğü yıllara
gelindiğinde Hatice Ana bir şeyler yapmak gerektiğini anlar. Ve 1986
yılının sonbaharında kadınlarla meclisi basar. “Özal’ı istiyoruz!
Çocuklarımızı bırakın!“ diye bağırır, binayı top ve tüfeklerle çevirmiş
askerlere aldırmadan. Tutuklanır, 2 ay Ulucanlar Merkez Kapalı
Cezaevi’nde kalır. Bunun bir ayı açlık grevi ile geçer. Zira hakkında
cezaevinden bilgi taşıdığına dair ifadeler verilmiş. O’nun için “Bu bizi
daha çok yakar“ diyen cezaevi müdürü tahliye anında “Bir daha gelme“
der. Ama Hatice Ana daha çok gelecekti. Çünkü mücadele artık onun hayatı
olmuştu.
1990’lı yılların başında Kürdistan, savaşın en
kirlisi ile sallanır. Ve Hatice Ana da acıların en büyüğünü yaşar, oğlu
Haydar işkenceyle katledilir. Cenazesini almak için bütün yollara
başvurur, hiçbir engel tanımaz. Çünkü anadır. Bundan dolayı Haydar’ın
şahadetinden önce onu görme şansına sahip olmasına rağmen yanına gitmez.
Zira takip ediliyor. Oğlunu ve diğer evlatlarını korumak için ana
hasretini dindirmez. Sayfalara sığmaz acılar yaşar Hatice Ana, ancak
asla kimsenin yanında ağlamaz. Gözyaşlarını hep yüreğine akıtır, yüreği
taştığında ise gizlice odasına gidip ağlar. O’na göre başkalarının
yanında ağlamak düşmanı sevindirir. Ve düşmanı sevindirmemek için
kimsenin yanında gözyaşı dökmeme andını içer.
1996’da işkence,
gözaltı ve tutuklamaların yanı sıra ölümlerle sonuçlanan HADEP
Kongresi’ne katılır. Olaylar esnasında kendisi için “Bu kimlerden” diyen
polisin yanına gidip, “Ben Apocu’yum. Ne yapacaksın?” diyen Hatice Ana
için artık Türkiye’de yaşama şartları kalmaz. Ve kuşaklar önce Dersim’de
başlayan sürgün geleneği devam eder; güzergah bu kez Almanya’ya. Siyasi
iltica başvurusunda bulunur, mahkeme esnasında PKK’li olduğunu söyler.
Hakim PKK’nin terörist bir örgüt olduğunu söyleyince, Hatice Ana
“Terörist olan sizin devletiniz. Sizin silahlarınızla, tanklarınızla
katlediliyoruz“ cevabını verir. Artık Avrupa’dan mücadelesini sürdürür.
Evi yine koca yürekli güzel insanların meskeni. Kendi yemez içmez,
evlatlarını düşünür hep. Hatice Ana, bitmeyen bir özgürlük türküsünün
canlı tanığıdır. Bir tarihtir aslında. Büyük ‘K’ harfi ile başlayan
sihirli kelimenin telaffuz edilmediği zamanlarda umut kokan çocukların
hayallerine inandı, asla taviz vermedi inancından. Gerektiğinde ana
oldu, gerektiğinde yoldaş, gerektiğinde militan. Hep onurlu yaşadı ve
hala da öyle. O, çocukluk hayallerinin peşini bırakmayan bütün güzel
yürekli insanların anasıdır. Ancak yıllar iz bırakmadan yanından
geçmedi. Şimdi hastadır. Ama hasta yatağında bile her gün Mazlumlar’dan,
Kemaller’den, Hakiler’den söz ediyor, onları düşünüyor. Onların
anılarını diri tutarak, bazen Tuzluçayır’da oluyor, bazen Amed
zindanında, bazen de Meclis’te. Fakat her daim yüreklerini büyüterek,
milyonların yüreği olanlarla birliktedir...
Yeni Özgür Politika - 11 Mayıs 2009
baş tacısın heval...
YanıtlaSil