12 Oca 2015

SWP Türkiye uzmanı: Demokratikleşme diskuru tükendi

PKK’nin Türkiye’nin yanısıra Suriye, İran ve Irak’ta siyasi kolları, silahlı formasyonları olduğunu hatırlatan Bilim ve Siyaset Vakfı’nın (SWP) Türkiye uzmanı Dr. phil. Günter Seufert, “Bu durum bildiğim kadarıyla Kürt tarihinde bir ilktir. Zira bu parti kolları ortak bir siyasi vizyona da sahip. Şimdi bu durum Kürt sorununun gelişim seyrinde de bir paradigma değişikliği teşkil ediyor. Ki böylesi bir politika savaşların yaşandığı ve devletlerin yıkıldığı bir zamanda tabii ki Barzani’nin siyasetine göre çok daha fazla insana hitap etme potansiyeline sahiptir. Öcalan’ın liderlik yaptığı hareket için çok büyük potansiyeller görüyorum ve bunlar tabii ki dikkate alınmalı“ diye konuştu.

Şengal ve Kobanê direnişleriyle birlikte Kürt Özgürlük Hareketi ile ilgili yaratılan algı kırılmasının belki de en fazla yansıdığı yer Almanya’dır. Özellikle 1993’te çıkarılan PKK yasağının yeniden tartışılmaya başladığı Almanya’da, konunun parlamentoda tartışıldığı gün ise Mehmet Demir PKK yöneticisi olmak iddiasıyla tutuklandı. Avrupa ülkeleri arasında en yoğun Kürt nüfusuna sahip, ilk Kürt kurumlaşmaların geliştiği Almanya’nın Kürt siyasetinde bir değişim var mı yok mu? Türkiye’deki çözüm süreci Berlin’den nasıl görünüyor? DAIŞ’in saldırılarına karşı direnen PKK burada nasıl ele alınıyor? Bu hususları Almanya’nın önde gelen düşünce kuruluşlarından Bilim ve Siyaset Vakfı’nın (SWP) Türkiye uzmanı Dr. phil. Günter Seufert ile konuştuk.

Sayın Seufert, Öcalan ile yapılan görüşmeleri Türk devletinin Kürt siyasetinde bir paradigma değişikliği olarak nitelendiriyorsunuz. Bu tespitinizi neye dayandırıyorsunuz?

İç siyasi bir paradigma değişikliği var. Türk toplumu ilk defa Kürtlerle bir uzlaşmanın sağlanmasını, müzakerelerin yürütülmesini destekliyor. Bununla birlikte Kürtlerin halk, dil ve kültür olarak varlığıyla ilgili tabular kırıldı. Gelecekte otonomi veya federal bir yapı kapsamında Türklerden ayrı bir idare ihtimali bugün konuşulabiliyor. Beş yıl evvel durum böyle değildi. Bunun yanında Türk dış siyasetinde de daha önce başlamış bir paradigma değişikliği söz konusu. Bu değişiklik kendini Kürtlerle birlikte dış siyaset yürütme şeklinde ifade ediyor. Kuzey Irak’taki Kürt yapılanma ile dış politika yürütülüyor, enerji politikası yürütülüyor. Teorik alanda ise bu paradigma değişikliği retorik düzlemde Öcalan’ın 2013 Newroz açıklaması ile başladı. Öcalan orada Kürtlerin ve Türklerin Ortadoğu’daki ortak geleceğinden söz etti. Kürtlerle Türkleri Ortadoğu’daki en laik, gelişkin, demokratik siyasi yapılara sahip halklar olarak nitelendirdi. Kürtlerle Türklerin Ortadoğu’nun geleceğini biçimlendirme imkanına sahip olduğunu söyledi. Öcalan’ın bu ifadeleri Ahmet Davutoğlu’nun retoriği ile örtüştüğünden Türkiye’nin Kürt siyasetinde bir dış politik paradigma değişikliği teşkil ediyor. Mesela Sykes-Picot’ya yönelik eleştiride ve Avrupa güçlerinin Ortadoğu’daki siyasetine yönelik eleştiride Öcalan ile Davutoğlu arasında çarpıcı bir retorik paralelliği var.

Bunu bir benzerlik olarak mı görüyorsunuz? Bir tarafta yeni bir Türk emperyalizmi, bir tarafta ise Demokratik Ortadoğu projesi duruyor. Paralelliği nerede görüyorsunuz ki?

Retorik bir uyuşmadan söz ettim. Bu retorik uyuşma sayesinde Kürtlerle Türklerin dış politikada birlikte aktör olduğundan söz edilmeye başladı. Ki burada sadece Kuzey Irak’takiler değil, Türkiye’deki Kürtler de kastediliyor. Bu konuda Davutoğlu ve Öcalan’ın ne kadar ciddi olduğu, bu yaklaşımın taktiksel olup olmadığı ayrı bir konu. Ama paradigmasal değişiklikler kendini önce retorik diskur düzleminde gösterir ve daha sonra siyasi düzlemde kendini ifade eder.

Peki Türk tarafında gerçekten de böylesi bir paradigma değişikliği olduğunu gösteren herhangi bir somut, pratik adım da görüyor musunuz?

Bence bu sorunun cevabı, nerede durduğunuza bağlıdır. Kürtler, argümanlarını normatif bir açıdan formüle ediyor. Deniliyor ki ‘Biz ayrı bir halkız. Dil ve kültürden başlamak üzere yerel öz yönetim ve özerkliğe kadar giden belirli haklarımız var’. Bu normatif bir bakış açısıdır. Türk Hükümeti, real politik bir açıdan argümanlarını geliştiriyor. AKP, kendisi iktidara gelmeden önce Türkiye’de hakim olan duruma bakıyor. Neydi bu durum?  Kürtlerin varlığını inkar eden, Türkiye’nin hiç bir şekilde farklı egemenliklerden oluşamayacağı algısını yaratan var olan merkeziyetçi devletin mutlak olduğu inancını genelleştiren 80 yıllık bir Kemalist gelenek. Biliyorsunuz bundan birkaç sene önce AKP’nin yerel yönetimlerin güçlendirilmesi için çıkardığı bir yasa, dönemin Cumhurbaşkanı Sezer tarafından anayasayı ihlal ettiği gerekçesiyle iptal edildi, çünkü yasa ona göre devletin üniter yapısı ile çelişiyordu. Dolayısıyla Türk tarafı, real politik bir pozisyondan bakıyor. Kemalist devletteki koşullardan yola çıkıyor. Bu çıkış noktasından baktığınızda elbette birçok olumlu gelişme var, bir paradigma değişikliği var. Ama normatif açıdan bakıldığında, yani Kürtlerin ulus olarak haklarına, sahip oldukları siyasal ve kültürel haklara bakıldığında, elbette çok geride olunduğu söylenir. Bunlar farklı perspektiflerdir.

Vakfınızın Türkiye ile ilgili değerlendirmelerinde AKP’ye yönelik dilde bir değişim var. Daha eleştirel bir dil kullanmaya başladınız. Bunun sebebi ne? Ne değişti?

Bu bir kere uluslararası bir fenomendir. Eleştirel dil bizim vakfımız veya Alman siyaseti ile alakalı bir durum değil. ABD’ye baktığınızda, Fransa’ya baktığınızda, AB ilerleme raporlarına baktığınızda bu eğilimi her yerde görürsünüz. Peki değişen ne oldu? AKP’nin Kemalist devletle kıyaslandığında birkaç büyük demokratikleşme adımı attığını düşünüyorum. Muhafazakar toplumu siyasi sisteme entegre etti, kültürel sisteme entegre etti. Mesela üniversitelere bakın, basına bakın. Tek başına karar alabilen parti konumundaki AKP’ye bakın. Bugün eskiye nazaran çok daha fazla insan, siyasi eğilimini, dünya görüşünü, çıkarlarını doğrudan siyasi alana taşıma imkanına sahiptir. Bu kuşkusuz bir demokratikleşmedir. Bu, Kürtlerin ve gayrimüslimlerin durumuna da etkide bulunan genel demokratikleşme diskuru ile paralel gelişti. Sonuç olarak da AB ile üyelik müzakereleri başlatıldı.
Ama şimdi partinin kendini sağlamlaştırdığını ve bununla birlikte demokratikleşme diskurunun tükendiğini görüyoruz. AKP’nin demokratikleşme hamlesinin merkezinde duran, kendi seçmen kitlesinin siyasi sisteme entegrasyonuydu. AKP’nin demokratikleşme projesinin çok sınırlı olduğu anlaşıldı. Bunun anlaşılması için önce bu sürecin yaşanmış olması gerekiyordu. Seslerin daha eleştirel bir ton alması bununla ilintilidir.

Peki gelelim Almanya’ya. Özellikle Şengal ve Kobanê ile birlikte burada da yoğun bir tartışma başladı. Alman devleti ile Kürt Hareketi arasındaki ilişkiye baktığınızda düzelme ihtimalini görüyor musunuz?

Bu ihtimalin olduğuna inanıyorum. Almanya’nın göreceli olarak açık ve demokratik bir devlet olduğu ve toplumdaki eğilimleri, dolayısıyla kamusal alanda yürütülen tartışmaları dikkate aldığını göz önünde bulundurduğumuzda değişim potansiyelinin mevcut olduğunu düşünüyorum. Bunu en fazla da basında görebiliyoruz. Hiç olmadığı kadar basında PKK’nin temsilcilerine veya PKK’nin öncülük ettiği Kürt ulusal harekete yakın isimlere alan açıldı. Muhafazakar Frankfurter Allgemeine Zeitung’dan bir zamanlar alternatif bir gazete olan Taz gazetesine, merkez sağ yayın çizgisine sahip Die Welt’ten televizyon programlarına kadar basın-yayında PKK yasağının Türkiye’deki dönüşüme ve PKK’nin siyasi stratejisini değiştirmesine rağmen sürdürülüp sürdürülemeyeceği sorusu soruluyor. Tartışmalar çok kez de yasağın kaldırılması gerektiği veya hiç olmazsa PKK ile görüşmelerin başlatılması yönde yürütülüyor. Bunda Kürtlerin imajının değişmesinin de etkili olduğunu düşünüyorum. On yıllarca sahip olduğu terör örgütü imajı, uyuşturucu kaçakçılığı ve gençleri zorla savaşçı gruplarına katma imajı yeni uluslararası durum ile tabii ki ciddi anlamda değişime uğradı.

Bu durumun devlet siyaseti üzerinde gerçekten etkileri oluyor mu? Güncel gelişmeler devlet siyasetini nasıl etkileyebilir?

Kamusal kanallar ve tartışmalar üzerinden. Ama gerçekçi olmak lazım, işlerin hemen değişeceğini de beklememek gerekir. Mesela hatırlarsanız daha Ocak 2012’de Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye raporunda Danimarkalı raportör, AB üye devletlerini PKK aktivistlerini daha hızlı bir biçimde Türkiye’ye teslim etmeye çağırmıştı. Bunun üzerinden 3 seneden az bir zaman geçti. Bu süre içinde tartışmanın çok değiştiğini görmek gerekir. Geçen yılki AP Kürt Konferansı’nda kimse PKK yasağının kaldırılmasını konuşmadı. Demek istediğim, siyasi süreçlerin belirli bir süreye ihtiyacı var. Toplumda, basında, kamusal alanda yürütülen tartışmaların devlet siyasetinde bir değişime yol açması için zamana ihtiyaç var.

Kürt tarafı sizce bunun için neler yapmalı?

Üç büyük adım atmalı. Kürt tarafı, haklı olarak Türkiye’nin Abdullah Öcalan ve PKK yönetimi ile müzakereler başlattığını, dolayısıyla ilk defa Türkiye’deki Kürt halkının meşru temsilcisi olarak ele alındığını ifade ediyor. Ama Türk devleti karşısında tamamen silahtan vazgeçme adımını şimdiye kadar atmadı. Bence bu önemli bir adım olur. Şöyle denilse: Bir müzakere sürecindeyiz, kararlıyız, Türkiye’de bir Kürt ulusal bilincinin oluşumuna dayalı böylesi bir mobilizasyona ulaştıktan sonra Kürt sorununun çözümü için siyasi mücadeleyi esas alıyoruz, bizim için Türkiye’deki silahlı mücadele dönemi kapanmıştır. Ki bu siyasal mücadele sivil itaatsizliği de kapsayabilir. Böylesi bir açıklama ile mevcut tartışmanın ciddi düzeyde ivme kazanacağını düşünüyorum.
Diğer bir nokta, ki bu kısmen yapılıyor da, Human Rights Watch veya Cenevre Çağrısı gibi uluslararası düzeyde saygın sivil toplum örgütlerle siyasi güç olunan alanlarda insan haklarına uyulması veya çocuk askerleri gibi konularda birlikte çalışılması.  
Üçüncüsü de; 2015 yılına girmek üzereyiz. 2015 yılında Türkiye ile ilgili gündemde Ermeni Soykırımı’nın yüzüncü yıldönümü de olacak. Özellikle de Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmeye hazır olup olmadığına bakılacaktır. Bu husus, yani geçmişle yüzleşme, siyasi aktörlerin samimiyeti ve ahlaki yaklaşımı Kürtlere de yansıyacaktır. Yani Kürtler de geçmişleriyle yüzleşmeli. Hem Ermeni sorunu bağlamında hem de örgüt olarak PKK kendi içinde işlenen suçlarla yüzleşmeli. Bununla ilgili bir açıklama yapması, gelecekte bu tarz hataların tekrarlanmayacağını beyan etmesi bence önemli.

Böylesi bir beyanatın muhatabı kim olmalı?

Kamuoyu. Alman Hükümeti değil. Türk kamuoyu olabilir, uluslararası kamuoyu olabilir. PKK, bugün uluslararası çapta faaliyet yürüten bir örgüttür. Dolayısıyla muhatabı uluslararası kamuoyu olur. PKK hakkında bugün deniliyor ya, artık farklı bir örgüt, siyasi hedefleri değişti, farklı bir toplum perspektifine sahip, ulus devlet için artık mücadele etmiyor, artık bölücü bir örgüt değil. Ben böylesi bir beyanatın PKK’nin yeniden ele alınmasıyla ilgili tartışmaya ve örgütün imajına olumlu katkı sunacağı kanaatindeyim.

Karşı tarafın şiddeti sona ermediği halde PKK’den bu adım nasıl beklenebilir?

Karşı taraf şiddet uyguladığı halde şiddete nasıl son verilebilir? Bu siyasi, taktik bir soru. PKK yasağın kalkması için ne yapabilir sorusu farklı bir sorudur. Bu iki sorunun çerçeve itibariyle farklı olmasını bir yana; PKK açısından silahlı mücadeleye tümüyle son vermenin yararlı olacağını düşünüyorum. Özellikle de Kürt tarafında sürece desteğin ne denli büyük, Türk toplumu içinde ise ne kadar kırılgan olduğuna baktığımızda bu böyledir. Var olan destek de her şiddet olayı ile azalıyor. AKP içinse önemli olan, kendi iktidarını sağlama almak, dolayısıyla seçmen desteğini arkasına almaktır. AKP dışında Türkiye’de hiçbir gücün bu süreci sürdürmeyeceğini ve PKK ya da Öcalan’ın bu süreci başlattığını göz önünde bulundurduğumuzda böyle bir adımın PKK için ne kadar merkezi olduğunu görürüz.

Peki AKP Hükümeti veya Türk devletinin şiddetine son vermesi nasıl sağlanabilir? Sürecin başarısı için elzem değil mi bu?

Bu elbette ki gereklidir ama biliyoruz ki Türk hükümetleri on yıllarca PKK’nin şiddetini gerekçe göstererek Avrupa’da kendi baskıcı Kürt politikasını meşrulaştırabilmiştir. PKK, Türkiye’de - Rojava’daki durumdan bahsetmiyorum – şiddet içermeyen çizgiyi ne denli uygulasa o denli Türkiye üzerinde şiddetten uzak durması için baskı kurulmuş olur. Öbür yanda PKK’nin son 30 yıldaki askeri eylemlerinin devlete kendini savunma meşruluğunu sağladığını gördük. Abbas Vali, konferansta [Avrupa Parlamentosu’nda yapılan 11. Kürt Konferansı] devlet egemenlik paradigmasından ve batı dünyasının bu paradigmaya yönelik takıntısından söz etti. Vali gibi bu paradigmayı eleştirebilirsiniz ama görmezlikten gelemezsiniz. Bu paradigma var ve uzun bir süre daha devlet olarak varlığını tehdit altında gören veya bunu böyle yansıtan Türkiye’nin, Kürtlere karşı politikasına meşruluk sağlayacaktır.

Almanya’nın Türkiye ile ilişkileri eskilere dayanıyor. Almanya’nın çözüm sürecini ilerletmek için Türk politikası üzerindeki etkisini kullandığını düşünüyor musunuz?

Almanya’nın, Türk siyaseti üzerinde büyük bir etkisinin olduğunu düşünmüyorum. Örneğin Gezi sürecinde Erdoğan ve çevresi tarafından kullanılan retoriğe veya Türkiye’deki Alman vakıflara yaklaşıma bakıldığında, Türkiye’nin, Alman hükümetine önemli kararlarda görüşüne başvurulan veya şikayetleri dikkate alınan bir güç olarak değerlendirdiğini diyemem. Federal hükümet, diğer Avrupa hükümetlerine göre Türkiye’deki Kürtlerle daha fazla ilgilendi mi? Bence ne daha fazla ne de daha az. Yani genel siyasi gelişmeler, barış sürecine destek, insan hakları ihlallerinin eleştirisi gibi konularda Alman Hükümeti diğer Avrupa devletlerinin veya bir bütün olarak Avrupa Birliği’nin gerisinde değildir.

Ancak Almanya’nın AB içerisindeki mevcut pozisyonuna baktığımızda, şu anda siyasi ve ekonomik açıdan belki de en güçlü devlet konumundadır. Dolayısıyla birlik içinde liderlik pozisyonu var. Yine NATO içerisinde de liderliğini inşa etme çabasındadır. Almanya’nın Kürt-Türk barışı için daha sorumlu davranması gerektiğini düşünüyor musunuz?

Alman Hükümeti’nin farklı bir Türkiye siyasetini izlemesini isterdim. Sadece Kürtler bağlamında değil; Türk-Avrupa ilişkisi çerçevesinde de. Fransa ile birlikte, uzun bir süre ilkesel olarak Türkiye’nin AB’ye katılmasına karşı çıktık. Bu siyaset, bir nevi AB’nin şart koşma mekanizmasının içini boşalttı ve böylece mevcut durumda Türk Hükümeti üzerindeki etkimizin düşük olmasına katkı sağladığını kanısındayım. Ancak bunlar Kürtlerle sınırlı olmayıp genel olarak insan hakları politikasını, siyasi sistemin dönüşümünü, Türkiye ile dış politikada daha fazla birlikte çalışma imkanlarını da içeren hususlardır. Sanırım son 10 yılda, belki de AKP’nin ilk başta attığı demokratik adımlardan ötürü Almanya ve öbür Avrupa devletlerinin, biraz geride durup Türkiye’nin kendi gücüyle ekonomik gelişme sağlayacağına, demokratikleşeceğine ve bir nevi statükoyu idare edebileceğini beklediğini düşünüyorum. Yani Avrupa’nın Türkiye siyaseti statükoyu idare etmekten ibaret idi. Ama bugün görüyoruz ki statükonun idare edilmesi, demokratik dönüşümü ilerletmek için yetmemektedir. Dolayısıyla yeni bir Türkiye politikası gereklidir. Ama bu nasıl bir politika olmalı? Bu elbette zor bir sorudur.

Almanya’nın Ortadoğu politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ortadoğu’daki etki alanını genişletmek için çabaladığını düşünüyor musunuz?

Euro krizi bağlamında Almanya’nın, Avrupa’daki ağırlığının arttığı tespitine katılıyorum. Ama bunun yanında Alman dış siyasetinde geleneksel çizginin sürdürüleceğini sanıyorum. Yani Alman dış siyaseti öncelikli olarak Avrupa dış politikası çerçevesi ve transatlantik ilişkiler çerçevesini esas alır.

Son olarak; kısa bir süre önce kaleme aldığınız bir makalede DAIŞ’in Güney Kürdistan’a yönelik saldırıları ile başlayan krizde kazananın Öcalan ve PKK, kaybedenin ise Mesud Barzani olduğunu yazmıştınız. Bu kanıya nasıl vardınız?

Bana göre Kürtlerin önderliği olarak algılanan iki şahıs var; Barzani ve Öcalan. Barzani, çünkü devleti var ve bundan dolayı uluslararası düzeyde tanınmış bir aktördür. Ayrıca mali imkan ve kaynaklara da sahiptir. Öcalan’ın ise bir partisi var ve bu partinin sadece Suriye, İran ve Irak’ta siyasi kolları değil, aynı zamanda silahlı formasyonları da var ve bu durum bildiğim kadarıyla Kürt tarihinde bir ilktir. Zira bu parti kolları ortak bir siyasi vizyona da sahip. Şimdi bu durum Kürt sorununun gelişim seyrinde de bir paradigma değişikliği teşkil ediyor. Ki böylesi bir politika savaşların yaşandığı ve devletlerin yıkıldığı bir zamanda tabii ki Barzani’nin siyasetine göre çok daha fazla insana hitap etme potansiyeline sahiptir. Çünkü Barzani öncelikle bir devletin sahibi olarak bu devleti ayakta tutmaya bakmalı ve onun dışındaki her şey tali konuma düşer. Bu açıdan Öcalan’ın liderlik yaptığı hareket için çok büyük potansiyeller görüyorum ve bunları tabii ki dikkate almalı. PKK’yi yeniden düşünmek için bir sebep daha. 


http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=38011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder