PKK’nin Türkiye’nin yanısıra Suriye, İran ve Irak’ta siyasi kolları,
silahlı formasyonları olduğunu hatırlatan Bilim ve Siyaset Vakfı’nın
(SWP) Türkiye uzmanı Dr. phil. Günter Seufert, “Bu durum bildiğim
kadarıyla Kürt tarihinde bir ilktir. Zira bu parti kolları ortak bir
siyasi vizyona da sahip. Şimdi bu durum Kürt sorununun gelişim seyrinde
de bir paradigma değişikliği teşkil ediyor. Ki böylesi bir politika
savaşların yaşandığı ve devletlerin yıkıldığı bir zamanda tabii ki
Barzani’nin siyasetine göre çok daha fazla insana hitap etme
potansiyeline sahiptir. Öcalan’ın liderlik yaptığı hareket için çok
büyük potansiyeller görüyorum ve bunlar tabii ki dikkate alınmalı“ diye
konuştu.
Şengal ve Kobanê direnişleriyle birlikte Kürt Özgürlük
Hareketi ile ilgili yaratılan algı kırılmasının belki de en fazla
yansıdığı yer Almanya’dır. Özellikle 1993’te çıkarılan PKK yasağının
yeniden tartışılmaya başladığı Almanya’da, konunun parlamentoda
tartışıldığı gün ise Mehmet Demir PKK yöneticisi olmak iddiasıyla
tutuklandı. Avrupa ülkeleri arasında en yoğun Kürt nüfusuna sahip, ilk
Kürt kurumlaşmaların geliştiği Almanya’nın Kürt siyasetinde bir değişim
var mı yok mu? Türkiye’deki çözüm süreci Berlin’den nasıl görünüyor?
DAIŞ’in saldırılarına karşı direnen PKK burada nasıl ele alınıyor? Bu
hususları Almanya’nın önde gelen düşünce kuruluşlarından Bilim ve
Siyaset Vakfı’nın (SWP) Türkiye uzmanı Dr. phil. Günter Seufert ile
konuştuk.
Sayın Seufert, Öcalan ile yapılan görüşmeleri
Türk devletinin Kürt siyasetinde bir paradigma değişikliği olarak
nitelendiriyorsunuz. Bu tespitinizi neye dayandırıyorsunuz?
İç
siyasi bir paradigma değişikliği var. Türk toplumu ilk defa Kürtlerle
bir uzlaşmanın sağlanmasını, müzakerelerin yürütülmesini destekliyor.
Bununla birlikte Kürtlerin halk, dil ve kültür olarak varlığıyla ilgili
tabular kırıldı. Gelecekte otonomi veya federal bir yapı kapsamında
Türklerden ayrı bir idare ihtimali bugün konuşulabiliyor. Beş yıl evvel
durum böyle değildi. Bunun yanında Türk dış siyasetinde de daha önce
başlamış bir paradigma değişikliği söz konusu. Bu değişiklik kendini
Kürtlerle birlikte dış siyaset yürütme şeklinde ifade ediyor. Kuzey
Irak’taki Kürt yapılanma ile dış politika yürütülüyor, enerji politikası
yürütülüyor. Teorik alanda ise bu paradigma değişikliği retorik
düzlemde Öcalan’ın 2013 Newroz açıklaması ile başladı. Öcalan orada
Kürtlerin ve Türklerin Ortadoğu’daki ortak geleceğinden söz etti.
Kürtlerle Türkleri Ortadoğu’daki en laik, gelişkin, demokratik siyasi
yapılara sahip halklar olarak nitelendirdi. Kürtlerle Türklerin
Ortadoğu’nun geleceğini biçimlendirme imkanına sahip olduğunu söyledi.
Öcalan’ın bu ifadeleri Ahmet Davutoğlu’nun retoriği ile örtüştüğünden
Türkiye’nin Kürt siyasetinde bir dış politik paradigma değişikliği
teşkil ediyor. Mesela Sykes-Picot’ya yönelik eleştiride ve Avrupa
güçlerinin Ortadoğu’daki siyasetine yönelik eleştiride Öcalan ile
Davutoğlu arasında çarpıcı bir retorik paralelliği var.
Bunu
bir benzerlik olarak mı görüyorsunuz? Bir tarafta yeni bir Türk
emperyalizmi, bir tarafta ise Demokratik Ortadoğu projesi duruyor.
Paralelliği nerede görüyorsunuz ki?
Retorik bir uyuşmadan
söz ettim. Bu retorik uyuşma sayesinde Kürtlerle Türklerin dış
politikada birlikte aktör olduğundan söz edilmeye başladı. Ki burada
sadece Kuzey Irak’takiler değil, Türkiye’deki Kürtler de kastediliyor.
Bu konuda Davutoğlu ve Öcalan’ın ne kadar ciddi olduğu, bu yaklaşımın
taktiksel olup olmadığı ayrı bir konu. Ama paradigmasal değişiklikler
kendini önce retorik diskur düzleminde gösterir ve daha sonra siyasi
düzlemde kendini ifade eder.
Peki Türk tarafında
gerçekten de böylesi bir paradigma değişikliği olduğunu gösteren
herhangi bir somut, pratik adım da görüyor musunuz?
Bence bu
sorunun cevabı, nerede durduğunuza bağlıdır. Kürtler, argümanlarını
normatif bir açıdan formüle ediyor. Deniliyor ki ‘Biz ayrı bir halkız.
Dil ve kültürden başlamak üzere yerel öz yönetim ve özerkliğe kadar
giden belirli haklarımız var’. Bu normatif bir bakış açısıdır. Türk
Hükümeti, real politik bir açıdan argümanlarını geliştiriyor. AKP,
kendisi iktidara gelmeden önce Türkiye’de hakim olan duruma bakıyor.
Neydi bu durum? Kürtlerin varlığını inkar eden, Türkiye’nin hiç bir
şekilde farklı egemenliklerden oluşamayacağı algısını yaratan var olan
merkeziyetçi devletin mutlak olduğu inancını genelleştiren 80 yıllık bir
Kemalist gelenek. Biliyorsunuz bundan birkaç sene önce AKP’nin yerel
yönetimlerin güçlendirilmesi için çıkardığı bir yasa, dönemin
Cumhurbaşkanı Sezer tarafından anayasayı ihlal ettiği gerekçesiyle iptal
edildi, çünkü yasa ona göre devletin üniter yapısı ile çelişiyordu.
Dolayısıyla Türk tarafı, real politik bir pozisyondan bakıyor. Kemalist
devletteki koşullardan yola çıkıyor. Bu çıkış noktasından baktığınızda
elbette birçok olumlu gelişme var, bir paradigma değişikliği var. Ama
normatif açıdan bakıldığında, yani Kürtlerin ulus olarak haklarına,
sahip oldukları siyasal ve kültürel haklara bakıldığında, elbette çok
geride olunduğu söylenir. Bunlar farklı perspektiflerdir.
Vakfınızın
Türkiye ile ilgili değerlendirmelerinde AKP’ye yönelik dilde bir
değişim var. Daha eleştirel bir dil kullanmaya başladınız. Bunun sebebi
ne? Ne değişti?
Bu bir kere uluslararası bir fenomendir.
Eleştirel dil bizim vakfımız veya Alman siyaseti ile alakalı bir durum
değil. ABD’ye baktığınızda, Fransa’ya baktığınızda, AB ilerleme
raporlarına baktığınızda bu eğilimi her yerde görürsünüz. Peki değişen
ne oldu? AKP’nin Kemalist devletle kıyaslandığında birkaç büyük
demokratikleşme adımı attığını düşünüyorum. Muhafazakar toplumu siyasi
sisteme entegre etti, kültürel sisteme entegre etti. Mesela
üniversitelere bakın, basına bakın. Tek başına karar alabilen parti
konumundaki AKP’ye bakın. Bugün eskiye nazaran çok daha fazla insan,
siyasi eğilimini, dünya görüşünü, çıkarlarını doğrudan siyasi alana
taşıma imkanına sahiptir. Bu kuşkusuz bir demokratikleşmedir. Bu,
Kürtlerin ve gayrimüslimlerin durumuna da etkide bulunan genel
demokratikleşme diskuru ile paralel gelişti. Sonuç olarak da AB ile
üyelik müzakereleri başlatıldı.
Ama şimdi partinin kendini
sağlamlaştırdığını ve bununla birlikte demokratikleşme diskurunun
tükendiğini görüyoruz. AKP’nin demokratikleşme hamlesinin merkezinde
duran, kendi seçmen kitlesinin siyasi sisteme entegrasyonuydu. AKP’nin
demokratikleşme projesinin çok sınırlı olduğu anlaşıldı. Bunun
anlaşılması için önce bu sürecin yaşanmış olması gerekiyordu. Seslerin
daha eleştirel bir ton alması bununla ilintilidir.
Peki
gelelim Almanya’ya. Özellikle Şengal ve Kobanê ile birlikte burada da
yoğun bir tartışma başladı. Alman devleti ile Kürt Hareketi arasındaki
ilişkiye baktığınızda düzelme ihtimalini görüyor musunuz?
Bu
ihtimalin olduğuna inanıyorum. Almanya’nın göreceli olarak açık ve
demokratik bir devlet olduğu ve toplumdaki eğilimleri, dolayısıyla
kamusal alanda yürütülen tartışmaları dikkate aldığını göz önünde
bulundurduğumuzda değişim potansiyelinin mevcut olduğunu düşünüyorum.
Bunu en fazla da basında görebiliyoruz. Hiç olmadığı kadar basında
PKK’nin temsilcilerine veya PKK’nin öncülük ettiği Kürt ulusal harekete
yakın isimlere alan açıldı. Muhafazakar Frankfurter Allgemeine
Zeitung’dan bir zamanlar alternatif bir gazete olan Taz gazetesine,
merkez sağ yayın çizgisine sahip Die Welt’ten televizyon programlarına
kadar basın-yayında PKK yasağının Türkiye’deki dönüşüme ve PKK’nin
siyasi stratejisini değiştirmesine rağmen sürdürülüp sürdürülemeyeceği
sorusu soruluyor. Tartışmalar çok kez de yasağın kaldırılması gerektiği
veya hiç olmazsa PKK ile görüşmelerin başlatılması yönde yürütülüyor.
Bunda Kürtlerin imajının değişmesinin de etkili olduğunu düşünüyorum. On
yıllarca sahip olduğu terör örgütü imajı, uyuşturucu kaçakçılığı ve
gençleri zorla savaşçı gruplarına katma imajı yeni uluslararası durum
ile tabii ki ciddi anlamda değişime uğradı.
Bu durumun devlet siyaseti üzerinde gerçekten etkileri oluyor mu? Güncel gelişmeler devlet siyasetini nasıl etkileyebilir?
Kamusal
kanallar ve tartışmalar üzerinden. Ama gerçekçi olmak lazım, işlerin
hemen değişeceğini de beklememek gerekir. Mesela hatırlarsanız daha Ocak
2012’de Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye raporunda Danimarkalı raportör,
AB üye devletlerini PKK aktivistlerini daha hızlı bir biçimde
Türkiye’ye teslim etmeye çağırmıştı. Bunun üzerinden 3 seneden az bir
zaman geçti. Bu süre içinde tartışmanın çok değiştiğini görmek gerekir.
Geçen yılki AP Kürt Konferansı’nda kimse PKK yasağının kaldırılmasını
konuşmadı. Demek istediğim, siyasi süreçlerin belirli bir süreye
ihtiyacı var. Toplumda, basında, kamusal alanda yürütülen tartışmaların
devlet siyasetinde bir değişime yol açması için zamana ihtiyaç var.
Kürt tarafı sizce bunun için neler yapmalı?
Üç
büyük adım atmalı. Kürt tarafı, haklı olarak Türkiye’nin Abdullah
Öcalan ve PKK yönetimi ile müzakereler başlattığını, dolayısıyla ilk
defa Türkiye’deki Kürt halkının meşru temsilcisi olarak ele alındığını
ifade ediyor. Ama Türk devleti karşısında tamamen silahtan vazgeçme
adımını şimdiye kadar atmadı. Bence bu önemli bir adım olur. Şöyle
denilse: Bir müzakere sürecindeyiz, kararlıyız, Türkiye’de bir Kürt
ulusal bilincinin oluşumuna dayalı böylesi bir mobilizasyona ulaştıktan
sonra Kürt sorununun çözümü için siyasi mücadeleyi esas alıyoruz, bizim
için Türkiye’deki silahlı mücadele dönemi kapanmıştır. Ki bu siyasal
mücadele sivil itaatsizliği de kapsayabilir. Böylesi bir açıklama ile
mevcut tartışmanın ciddi düzeyde ivme kazanacağını düşünüyorum.
Diğer
bir nokta, ki bu kısmen yapılıyor da, Human Rights Watch veya Cenevre
Çağrısı gibi uluslararası düzeyde saygın sivil toplum örgütlerle siyasi
güç olunan alanlarda insan haklarına uyulması veya çocuk askerleri gibi
konularda birlikte çalışılması.
Üçüncüsü de; 2015 yılına girmek
üzereyiz. 2015 yılında Türkiye ile ilgili gündemde Ermeni Soykırımı’nın
yüzüncü yıldönümü de olacak. Özellikle de Türkiye’nin geçmişiyle
yüzleşmeye hazır olup olmadığına bakılacaktır. Bu husus, yani geçmişle
yüzleşme, siyasi aktörlerin samimiyeti ve ahlaki yaklaşımı Kürtlere de
yansıyacaktır. Yani Kürtler de geçmişleriyle yüzleşmeli. Hem Ermeni
sorunu bağlamında hem de örgüt olarak PKK kendi içinde işlenen suçlarla
yüzleşmeli. Bununla ilgili bir açıklama yapması, gelecekte bu tarz
hataların tekrarlanmayacağını beyan etmesi bence önemli.
Böylesi bir beyanatın muhatabı kim olmalı?
Kamuoyu.
Alman Hükümeti değil. Türk kamuoyu olabilir, uluslararası kamuoyu
olabilir. PKK, bugün uluslararası çapta faaliyet yürüten bir örgüttür.
Dolayısıyla muhatabı uluslararası kamuoyu olur. PKK hakkında bugün
deniliyor ya, artık farklı bir örgüt, siyasi hedefleri değişti, farklı
bir toplum perspektifine sahip, ulus devlet için artık mücadele etmiyor,
artık bölücü bir örgüt değil. Ben böylesi bir beyanatın PKK’nin yeniden
ele alınmasıyla ilgili tartışmaya ve örgütün imajına olumlu katkı
sunacağı kanaatindeyim.
Karşı tarafın şiddeti sona ermediği halde PKK’den bu adım nasıl beklenebilir?
Karşı
taraf şiddet uyguladığı halde şiddete nasıl son verilebilir? Bu siyasi,
taktik bir soru. PKK yasağın kalkması için ne yapabilir sorusu farklı
bir sorudur. Bu iki sorunun çerçeve itibariyle farklı olmasını bir yana;
PKK açısından silahlı mücadeleye tümüyle son vermenin yararlı olacağını
düşünüyorum. Özellikle de Kürt tarafında sürece desteğin ne denli
büyük, Türk toplumu içinde ise ne kadar kırılgan olduğuna baktığımızda
bu böyledir. Var olan destek de her şiddet olayı ile azalıyor. AKP
içinse önemli olan, kendi iktidarını sağlama almak, dolayısıyla seçmen
desteğini arkasına almaktır. AKP dışında Türkiye’de hiçbir gücün bu
süreci sürdürmeyeceğini ve PKK ya da Öcalan’ın bu süreci başlattığını
göz önünde bulundurduğumuzda böyle bir adımın PKK için ne kadar merkezi
olduğunu görürüz.
Peki AKP Hükümeti veya Türk devletinin şiddetine son vermesi nasıl sağlanabilir? Sürecin başarısı için elzem değil mi bu?
Bu
elbette ki gereklidir ama biliyoruz ki Türk hükümetleri on yıllarca
PKK’nin şiddetini gerekçe göstererek Avrupa’da kendi baskıcı Kürt
politikasını meşrulaştırabilmiştir. PKK, Türkiye’de - Rojava’daki
durumdan bahsetmiyorum – şiddet içermeyen çizgiyi ne denli uygulasa o
denli Türkiye üzerinde şiddetten uzak durması için baskı kurulmuş olur.
Öbür yanda PKK’nin son 30 yıldaki askeri eylemlerinin devlete kendini
savunma meşruluğunu sağladığını gördük. Abbas Vali, konferansta [Avrupa
Parlamentosu’nda yapılan 11. Kürt Konferansı] devlet egemenlik
paradigmasından ve batı dünyasının bu paradigmaya yönelik takıntısından
söz etti. Vali gibi bu paradigmayı eleştirebilirsiniz ama görmezlikten
gelemezsiniz. Bu paradigma var ve uzun bir süre daha devlet olarak
varlığını tehdit altında gören veya bunu böyle yansıtan Türkiye’nin,
Kürtlere karşı politikasına meşruluk sağlayacaktır.
Almanya’nın
Türkiye ile ilişkileri eskilere dayanıyor. Almanya’nın çözüm sürecini
ilerletmek için Türk politikası üzerindeki etkisini kullandığını
düşünüyor musunuz?
Almanya’nın, Türk siyaseti üzerinde büyük
bir etkisinin olduğunu düşünmüyorum. Örneğin Gezi sürecinde Erdoğan ve
çevresi tarafından kullanılan retoriğe veya Türkiye’deki Alman vakıflara
yaklaşıma bakıldığında, Türkiye’nin, Alman hükümetine önemli kararlarda
görüşüne başvurulan veya şikayetleri dikkate alınan bir güç olarak
değerlendirdiğini diyemem. Federal hükümet, diğer Avrupa hükümetlerine
göre Türkiye’deki Kürtlerle daha fazla ilgilendi mi? Bence ne daha fazla
ne de daha az. Yani genel siyasi gelişmeler, barış sürecine destek,
insan hakları ihlallerinin eleştirisi gibi konularda Alman Hükümeti
diğer Avrupa devletlerinin veya bir bütün olarak Avrupa Birliği’nin
gerisinde değildir.
Ancak Almanya’nın AB içerisindeki
mevcut pozisyonuna baktığımızda, şu anda siyasi ve ekonomik açıdan belki
de en güçlü devlet konumundadır. Dolayısıyla birlik içinde liderlik
pozisyonu var. Yine NATO içerisinde de liderliğini inşa etme
çabasındadır. Almanya’nın Kürt-Türk barışı için daha sorumlu davranması
gerektiğini düşünüyor musunuz?
Alman Hükümeti’nin farklı bir
Türkiye siyasetini izlemesini isterdim. Sadece Kürtler bağlamında
değil; Türk-Avrupa ilişkisi çerçevesinde de. Fransa ile birlikte, uzun
bir süre ilkesel olarak Türkiye’nin AB’ye katılmasına karşı çıktık. Bu
siyaset, bir nevi AB’nin şart koşma mekanizmasının içini boşalttı ve
böylece mevcut durumda Türk Hükümeti üzerindeki etkimizin düşük olmasına
katkı sağladığını kanısındayım. Ancak bunlar Kürtlerle sınırlı olmayıp
genel olarak insan hakları politikasını, siyasi sistemin dönüşümünü,
Türkiye ile dış politikada daha fazla birlikte çalışma imkanlarını da
içeren hususlardır. Sanırım son 10 yılda, belki de AKP’nin ilk başta
attığı demokratik adımlardan ötürü Almanya ve öbür Avrupa devletlerinin,
biraz geride durup Türkiye’nin kendi gücüyle ekonomik gelişme
sağlayacağına, demokratikleşeceğine ve bir nevi statükoyu idare
edebileceğini beklediğini düşünüyorum. Yani Avrupa’nın Türkiye siyaseti
statükoyu idare etmekten ibaret idi. Ama bugün görüyoruz ki statükonun
idare edilmesi, demokratik dönüşümü ilerletmek için yetmemektedir.
Dolayısıyla yeni bir Türkiye politikası gereklidir. Ama bu nasıl bir
politika olmalı? Bu elbette zor bir sorudur.
Almanya’nın
Ortadoğu politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ortadoğu’daki etki
alanını genişletmek için çabaladığını düşünüyor musunuz?
Euro
krizi bağlamında Almanya’nın, Avrupa’daki ağırlığının arttığı tespitine
katılıyorum. Ama bunun yanında Alman dış siyasetinde geleneksel
çizginin sürdürüleceğini sanıyorum. Yani Alman dış siyaseti öncelikli
olarak Avrupa dış politikası çerçevesi ve transatlantik ilişkiler
çerçevesini esas alır.
Son olarak; kısa bir süre önce
kaleme aldığınız bir makalede DAIŞ’in Güney Kürdistan’a yönelik
saldırıları ile başlayan krizde kazananın Öcalan ve PKK, kaybedenin ise
Mesud Barzani olduğunu yazmıştınız. Bu kanıya nasıl vardınız?
Bana
göre Kürtlerin önderliği olarak algılanan iki şahıs var; Barzani ve
Öcalan. Barzani, çünkü devleti var ve bundan dolayı uluslararası düzeyde
tanınmış bir aktördür. Ayrıca mali imkan ve kaynaklara da sahiptir.
Öcalan’ın ise bir partisi var ve bu partinin sadece Suriye, İran ve
Irak’ta siyasi kolları değil, aynı zamanda silahlı formasyonları da var
ve bu durum bildiğim kadarıyla Kürt tarihinde bir ilktir. Zira bu parti
kolları ortak bir siyasi vizyona da sahip. Şimdi bu durum Kürt sorununun
gelişim seyrinde de bir paradigma değişikliği teşkil ediyor. Ki böylesi
bir politika savaşların yaşandığı ve devletlerin yıkıldığı bir zamanda
tabii ki Barzani’nin siyasetine göre çok daha fazla insana hitap etme
potansiyeline sahiptir. Çünkü Barzani öncelikle bir devletin sahibi
olarak bu devleti ayakta tutmaya bakmalı ve onun dışındaki her şey tali
konuma düşer. Bu açıdan Öcalan’ın liderlik yaptığı hareket için çok
büyük potansiyeller görüyorum ve bunları tabii ki dikkate almalı. PKK’yi
yeniden düşünmek için bir sebep daha.
http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=38011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder