Hitler faşizminin ölümcül rüzgarının estiği yıllarda
yüzbinlerce, belki de milyonlarca insan Auschwitz veya Dachau gibi, insanlığın
bittiği yerlerde son yitmemek için kaçak yollara düştü. Niceleri ABD, Fransa ve
farklı ülkelere kavuştu. Kimi, sığınak sandıkları limanlarda kabul edilmeyip
ölüme yollandı. Kimi de, Nazilerin eline düşmemek için kendi eliyle hayatına son
verdi. Fransa-İspanya sınırında, Gestapo'ya teslim edilmemek için zehir içen
Walter Benjamin gibi...
"Siyasi nedenlerden dolayı baskı görenler iltica hakkına
sahip". Alman anayasası böyle diyor. Ama siyasiler öyle demiyor. Dünyanın dört
bir yanında - çoğunlukla Batı'nın emperyalist ve sömürgeci politikaları sonucu -
çatışma ve savaşlar artış gösterince, 1990'lı yılların başında Almanya'ya göç
dalgası da yükselir. 1989'da Almanya'ya iltica edenlerin sayısı 120 bin
dolaylarında iken, bir yıl sonra 190 bin, 1991 yılında yaklaşık 260 bin, 1992'de
ise 440 bin mülteci gelir. Bahsi geçen dönem, Türk devletinin - Alman silah
destekli - kirli savaşının da yükselip, köyleri yakılıp yıkılanların yoğun bir
şekilde Almanya'ya sığındığı yıllardır.
Yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın, - eski Sovyet - Doğu
Almanya'ya has bir gerçek olduğu propagandası, sıkça yapılır. Oysa Berlin
Duvarı'nın yıkılışından önceki yıllarda, 1980'lilerin sonlarında Batı Almanya'da
toplum içinde yabancı düşmanlığı yükselişe geçer, ardından Doğu'ya da yayılır.
Bu eğilim, bugünün de iktidar partisi CDU tarafından siyasi emellere alet
edilir. Kendilerinden uzaktaki savaşlarda - Alman silahlarla da - insanlar
katlediliyordu. Egemen ulus zihniyetine has bir umarsız/utanmazlığa sahip
muhafazakar 'demokrat' siyasiler, böyle bir gerçek varken Eylül 1991'de temel
bir hak olan iltica hakkını ortadan kaldırmak için kolları sıvamaya başladı.
Öyle ki CDU'nun seçim afişlerindeki "İltica suistimaline son"sloganı sokakları
'süslemeye' başladı; parti genel merkezi, yerel yönetimlere daha fazla ilticacı
kabul edilmemesi için genelgeler gönderdi. Yabancı düşmanlığı üzerinden kendini
tanımlayan partilerin aldığı oy oranı tavan yaparken, ülkenin dört bir yanında
iltica kamplarından alevler yükseliyordu. "Öfkeli kalabalık"lar, neredeyse her
gün 'misafir işçi'lerle ilticacıların yaşadığı binaları ateşe
veriyordu.
Her pogromun bir basın ayağının olduğunu, en geç
Goebbels'den beri biliriz. 90'ların başında da göçmenlere ve mültecilere karşı
linç atmosferinin yaratılmasında medyanın rolü büyüktü. Spiegel dergisi, Alman
bayrağının renklerini taşıyan ve insan selinde batacak gibi olan bir gemi resmi
ile birlikte "Mülteciler, Göçmenler, İlticacılar: Fakirlerin hücumu" manşetini
kapağına taşıdı. Tetikçi medyanın vazgeçilmezi Bild, "Neredeyse dakika başı yeni
bir ilticacı - gemi ne zaman batacak?" manşetiyle çıktı. Frankfurter Allgemeine
Zeitung, "iltica turistleri"başlığını atmaktan çekinmedi.
Çoğunlukla gençlerden oluşan, ancak neonazilerce
yönlendirilen güruhlar, yabancılara saldırırken kendilerince 'halkın istemi'ni
yerine getiriyordu. Söz konusu olan, 'yabancılaştırılmaya' karşı meşru bir
'direniş' idi. Onlar birer iyi yurttaş olarak, ülkelerindeki durum gayet yerinde
iken Almanya'ya gelip, burayı 'sömüren', ödedikleri - aslında işsiz olmaları
nedeniyle ödemedikleri - vergi ile geçinen, kara kafa ve tenleri ile 'ari'
beyazı görüntüyü bozan 'asalak'lardı. Siyasi iktidar da öyle diyordu, basın
da.
Bundan tam 20 yıl önce Rostock'taki linç günlerini, işte
bu arka plan ile birlikte okumalı...
* * *
22 Ağustos 1992. Akşamın erken saatleri. Duvarındaki ay
ışığı mozaiği nedeniyle "Ay Işığı Evi" denen ve ilticacıların barındığı yüksek
binanın önünde yüzlerce kişiden (hemen hemen tümü erkek) oluşan faşist bir güruh
toplanıyor. Kaldırım taşları sökülüp, "Almanya Almanların" (Türkiye de Türklerin
ya...) ve Nazi sloganları eşliğinde fırlatılıyor. Molotof kokteylleri balkonlara
atılıyor, araçlar devrilip yakılıyor. Yaklaşık 30 üniformalı polis geliyor.
Güçleri yetmiyor, güruh onlara saldırıyor. Polis, takviye isteyeceğine olay
yerinden ayrılıyor. Binanın içindeki ilticacılar korunmasız bir şekilde geride
bırakılıyor. Polis, kendini korumanın derdinde. Saat gece 2 sularında, iki
tazyikli su aracı gönderiliyor. Ama güruh sabah 5'e kadar dağılmıyor. Sanmayın
polis müdahalesi nedeniyle; yok, saldırmak onları yormuştu, geri gelmek üzere
dinlenmeye gideceklerdi. O gün, kimsenin hakkında işlem yapılmadığı gibi, tek
bir isim bile kayda geçirilmedi.
* * *
23 Ağustos. Pazar günü. Saat 12. Aynı iltica binasının
önünde yaklaşık 100 kişi toplanmış. Onlara gün içinde bütün Kuzey Almanya'dan
"ünlü" faşistler katılacaktı. Saat 17:30 sularında, bir grup binaya önden bira
şişeleri ve taşlarla saldırırken, 200 kişi de arkadan saldırıya geçiyor. 15
dakika sonra ilk kez binayı basıyorlar. Saat 18:00'de olay yerine gelen polis,
6. kata kadar çıkmış olan saldırganları çıkarıyor. O gün de "aciz" kalan polisin
araçları yakıldı. Pazarı pazartesiye bağlayan gece, polisle faşistler arasındaki
çatışmalarda 74 polis yaralandı. Ki linççilerin sayısı polislerin 2-3 katı idi.
Gece ayrıca 130 kişi kısa süreliğine gözaltına alındı. Bunların yarısı,
mültecileri yalnız bırakmayan solculardan oluşuyordu.
* * *
24 Ağustos. Pazartesi. Sabah saatlerinden itibaren Ay
Çiçeği Evi'nin önünde toplanan kalabalık, giderek büyüyor. Uzaktan bakıldığında
halk şenliğini anımsatacak. Ancak bayram havasında kutlama yapanlar,
ilticacıların otobüslere bindirilip götürülmesini kutluyor. İş bittikten sonra,
polis çekiliyor. Ama faşist güruh, hala orada. Yan binada, 100'ü aşkın Vietnamlı
"misafir işçi" yaşıyor. Şimdi sıra onlarda. "Almanya Almanların! Yabancılar
Defolun!" sloganları yükseliyor. Polisle çatışmalar yeniden başlıyor. Takviye
gelmiyor çünkü polis şefi önceden yardıma ihtiyaçlarının olmayacağını
söylemişti. Sonra saat 20:00'de, saldırıların şiddetlendiği bir anda, polisler
aldıkları talimat doğrultusunda tamamen çekiliyor. İçeride 115 Vietnamlı,
dışarıda yüzlerce linççi. Polisi alt ettikten sonra artık rahatça işlerine
bakabilirler. Alkışlar ve sloganlar eşliğinde binaya taş ve molotof kokteylleri
atılıyor. Coplarla içeri dalanlar, önlerine çıkan herşeyi kırıyor. Bağırıyorlar:
"Hepinizi yakalayacağız!", "Şimdi yanacaksınız!" Getirdikleri benzini döküp,
tamamen savunmasız ve korumasız insanların bulunduğu binayı ateşe veriyorlar.
Tıpkı Sivas'ta yapıldığı gibi.
Rostock Emniyet Müdürlüğü'nün, evin yakıldığı haberini
aldığında saat tam 21:25. Ama itfaiyeye haber verilmiyor. İtfaiye, saat
21:38'de, aldığı bir telefondan binanın iki alt katının yandığı haberini alıyor.
Anında olay yerine hareket ediyor ama içeri giremiyor. Çünkü binanın önü,
yaktıkları ateşin etrafında "Hepiniz yanacaksınız!" diye bağıran faşistlerle
dolu. Etrafta tek bir polis yok. Ama o bin faşiste alkışlarla eşlik eden 4 bin
de "vatandaş" hazırdı. Sabahın erken saatlerinde, yıkılan ülkelerini yeniden
inşa etmeye gelen Vietnamlı misafir işçilerin bindirildiği otobüslerin etrafını
sarıp, ırkçı sloganlar atacaklardı.
* * *
Ay Çiçeği Evi'ndeki ilticacılarla işçilerin, ardındaki
günlerde yaşadığı onur kırıcı uygulamalardan hiç söz etmeyeyim. Zaten bu sayfaya
sığmaz.
Onlar, ay çiçeği mozaikli binaya hiç dönmediler.
Linççiler kazandı. Ve onlarla birlikte, pogromcu basının desteklediği siyasiler.
Zira ilticacıların yaşadığı ve tamamen tesadüf ve şans eseri can kaybına yol
açmayan bu faşist saldırıdan sonra iltica hakkı bir temel hak olarak anayasadan
çıkarıldı.
* * *
Rostock'taki pogrom günlerinin tam 20. yıldönümünde Antep
ve farklı şehirlerde BDP'nin il ve ilçe binaları yanıyordu. Başka söze gerek
yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder