Işığı bekleyeceğiz. Gözümüzü yıldızlara dikip, “Buyurun, korkmayın, inin
ışığın sofrasına” diyeceğiz..! Efsanelerin tümü, tarihine inilmeden,
gerçekliği tartışılmadan, istenildiği, beğenildiği, sahiplenildiği için
sürer, tüm zamanlara yayılırlar. Ve anlatıldıkları vakit, dinleyen her
kişi, beyninde bir hikaye kurgular. Kahramanları o hikaye çemberinin
kendince uygun bulduğu yerlerine yerleştirir ve gözünü yumup, kendi
yarattığı bu etkileyici sahneyi, doğa üstü bir filmi izler gibi,
gözkapaklarının altında seyreyler. İşte Dehaq ile Kawa’nın hikayesi tam
da böyledir. Dehaq’ı gözümüzde canlandırma konusunda güçlük
yaşamadığımız için, Kawa’yı severiz. Aslında en çok da, efsanenin
finalini, yani dağlarda meşalelerle inen gençleri tasavvur eder, bu
finalin bir kez daha yaşanması için, efsaneyi döne döne, hem de gözümüzü
kapatmadan izleriz. Dehaq, kendisini sürekli yaratan bir temsil
olduğundan, Van’da, Hakkari’de, gençlerin meşalelerle dağlardan inmesine
sevdalanıp da, kan revan içinde bırakılan sizler; unutmayın ki her
hikayenin zalimleri ve mazlumları vardır. Zalimler olmasa, mazlumlar
bilmez neye sevdalandıklarını. Bu nedenle değil midir, Mem ile Zin’in
başucunda yatmaktadır Beko!..
Bu yazı kimseye değil... Ne “Bu
zulmü gör ey döne döne başı dolanan dünya” yazısıdır bu, ne de zulmün
sahibine bir ses! Bu yazı sizedir, yani Van’a, Hakkari’ye, Nusaybin,
Cizre, Yüksekova’yadır. Sizin mazlumluğunuz ve direnciniz olmasa, bir
parça takat bulur da bu yazı, elini açıp gökyüzünün boşluğuna seslenir:
İn aşağı artık... Sen de mi korkuyorsun yoksa?
***
Siz, o
sisin, dumanın içinde bir öbek olup da başına coplar yiyen kadınlar!..
Utanmayın, kederlenmeyin... Biz sizin o allı pullu elbiselerinize
baktıkça, duymadık iniltinizi; elbiselerinizin pullarından, dağlarda
inen gençlerin ellerindeki meşalelerin ışıklarını gördük. Toprak damlı
evlerin bir kenarına çekilip, usulca inleyerek, şu kara yeryüzüne,
kartal gözlü evlatlar düşüren sizlerde, toprak yiyerek karın doyuran,
şahin izleyerek yol bulan gençleri gördük. Sizde gördük,
kahırlanmayın... Efsaneyi efsane yapan, zalimin sesi değil, mazlumun
direncidir. Ve elbet bir gün, o ellerinde meşale taşıyan gençler feleğin
çemberini tersine çevirip, meşaleyi damlarınıza kondururlar tekrar.
Varsın yıkılmış olsun tek gözlü evler, kör gözlü ateşlerle. Efsanelerin
müziğini baykuşların sesi oluşturmaz. Efsanelerin melodisi, doruklarda
sesi duyulan kartalların kanatları, çobanların kavalı ve gücünü
mazlumluğundan alanların yüreğinin sesidir.
***
Siz,
panzerlerin üzerlerine sürüldüğü, kurşunların göğsünüzü hedeflediği
gençler... Kurşun atışlarına karşılık yürek atışlarıyla savaşanlar...
Matemlenmeyin!.. Sizler, doğum günleri, yakılan köylerin sayısıyla
hatırlanan; gece gelen misafirlerin cesaretiyle büyüyüp, gündüzlerin
korkaklarıyla tanışanlar; koltuğunuzun altında bir parça kuru ekmekle,
oyunlar oynadığınız köy meydanlarının bir zaman sonra zulmün meydanı
olduğunu görenler. Göğüs kafesinizden yükselen ritmin, yanan evlerin,
yıkılan duvarların öfkesiyle dolduğunu biliyoruz. Panzerlerle duvarlara
sıkıştırılan sizler, biliyoruz ki yakılmış köylerin dumanları tütse de
tepenizde, dağ çocukluğu var üzerinizde. Ve ancak dağ çocukları bilir,
makinelisinden kurşunlar saçan bir insanlık utancı homurtulu yaratığın,
kayaları ezip de yamaçlara tırmanacağını. Ve ancak dağ çocukları bilir,
efsanelerde en çok da gençlerin ışık taşıdığını. Değil midir ki dağlara
sığınan gençler için tutuşturur tahtları Kawa!.. Ateş yükseldikçe
gençler pervane olur etrafında.
***
Siz, kaldırımlara
yığılıp da yüzü gözü kan içinde kalan babalar... Hayıflanmayın!..
Evinize girip de kızınızı dövdükleri için gamlanmayın, küsmeyin bu
yörüngesinden çıkıp da dolanıp duran dünyaya... Kürt dediğin, babası
dövülen çocuktur. İşte tam da bu yüzden, Kürt, bir kimlikten, kökenden
ziyade, babadan oğla devredilen bir öfkedir. Efsaneye kilitlenmiş, her
yıl mevsim döndüğünde, meşalelerle inmeleri beklenen efsane çocuklarının
taşıyacağı ışıktır. Ancak o ışık muştulayacaktır tacın tahtın yanışını,
yaşamın yeniden başladığını…
Unutmayın, unutmayalım hiçbir şeyi...
Efsaneler yeniden yazıldıkları kadar, ayrıntılarıyla da korurlar
varlıklarını. Ne zulmü unutalım, ne de efsanenin sonunu. Işığı
bekleyeceğiz. Elbet bir gün, dumanı tütmesin diye özenle yakılan
ateşlerin yerini, öbek öbek ateşler alacaktır. Elbet bir gün pervane
olacağız etrafında o büyük öbeklerin. Gözümüzü yıldızlara dikip,
“Buyurun, korkmayın, inin ışığın sofrasına” diyeceğiz, “Artık dilek
tutmak için kaymanızı beklemeyeceğiz!”
* 3 Nisan 2008'de Yeni Özgür Politika'da yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder