22 Ağu 2012

Qırıx bi öykü: Güvercin

Diyarbakır Un Pazarı'ndan bir kare
Murat Türk (Bolu F Tipi Cezaevi)

Saraykapıya varmadan sağa döndüğünüzde, surların ve toprak evlerin arasına sıkışan uzun bir sokak çıkar önünüze ve birkaç yüz metre ötede bir meydana açılır. Bu meydan, her Pazar günü fakirlerin ve garibanların tezgah kurduğu, üçkağıtçıların ve martavalların cirit attığı, eski kulağı kesik şeytanların ellerindeki kazıkları atacakları ‘müsait yer’ aradıkları Ortaçağ pazarlarına benzer. ‘Davul tozu’, ‘su eleği’, ‘darçute dumanı’, ‘minare gölgesi’ bulunmasa da kırık iğneden patlat tekere, bozuk teraziden üç ayaklı kediye, yumurtlamayan tavuktan ötmeyen horoza, tıkalı musluğa, her evin girşine uyan uyan kapıya, fotokopi çekilmiş paraya, son model zurnaya... Ne kadar işe yaramaz ucube hırdavat varsa bulunurdu bu meydanda.
Bazen sefil bir kumarbaz ya da zavallı bir ‘rut’, sırf acil ihtiyacı var diye çok değerli bir eşyasını çeyrek fiyatına satardı. Bazen ne işe yarayacağı sadece alıcısı ve satıcısı tarafından bilinen acayip bir parça dünyanın parasına giderdi. Kuş pazarıydı fakat kuş getirmişken hindi, horoz, kaz getirenler de olurdu. Ne zararı vardı yani; onlar da kanatlıydı, bunlar da... İlle de uçması mı gerekirdi? Şart değildi. Hoşgörü zenginiydi bu meydan. Satıcısının bir cam bardağı demir pasını antika altın tozu diye yutturan abartılı dili karşısında, en pahalı eşyanın değerini sıfırlamasını ustaca beceren kaşarlanmış tüccarlar vardı. El çabukluğu ayarlamaların, müthiş kapakaltıların, bol bol boşu doluya vuran kıvrak, sivri zekalıların mekanıydı burası. Kaş göz arası ‘gelene beş, gidene on’ çekilebilir, ‘kuru gelen yaş gidebilirdi’.


Tezgahı kuracakları yeri belirlemek için Dodo, Şaşo ve Titi meydanı dikkatle dolaştılar. Havada enayi kokusu vardı! İşte tam da buraya kurulmalıydı tezgah. Esançıdan yürüttükleri çapraz ayaklığı şipşak açtılar. Dodo, cam kafesi özenle oturttu üzerine. Kafes siyah kadife bir bezle örtülüydü. Pazarın meraklı gözleri daha şimdiden – dünya görmemiş gibi – ‘o bezin altında ne var acaba?’ diye fıldır fıldır dönmeye başlamıştı.
Dodo, kalabalığın arttığını görünce havalı havalı güldü.
"Ula Şaşo! Hemen açma, bırax mıllet biraz daha çatlasın!"
‘Sanki ne var?’ diye hafife alıp homurdananlar, numaradan dudak bükenler oldu. Birçok kişi bakışını siyah örtüden kaçırıp merakını gizlemeye, tezgahı küçümsemeye çalıştı.
Meydanın en işlek yerine kurulan tezgahın çevresine kısa sürede yoğun bir kalabalık birikmişti. Dodo, Şaşo ve Titi tezgahın arkasında durmuş, paha biçilmez bir eşyayı korumaya alan muhafızlar gibi kalabalığı gözetliyorlardı. Şaşo, meraklı bakışların ağırlığına daha fazla dayanamayınca güneş gözlüğünü taktı, kollarını birleştirip çenesini kaldırdı. O siyah camların arkasındaki şaşı gözleri enayi oltası gibi kalabalığı yokluyordu. Göz ayarı bozuktu biraz; önünü görmesi için başını hafiften çevirip yandan bakması gerekiyordu. Yani tam doğuyu görebilmesi için kuzeydoğuya odaklanması şarttı.
Merakını tutamayan bir adam yanaştı tezgaha.
"Ula bu nedır?"
Şaşo;
"Meraq etme, az sonra açarız görürsen."
"Ula oxlım mıllet qebz oldi! De haydê, ma yêteeer!"
"Wê wêy! Kurt mi qayni içinde? Sabırli ol, her şêyın bi zamani war."
Bir kadın elinin tersiyle avucuna vurdu.
"Werem oldıx! Ecêp nedır?"
Ensesini kaşıyan adam;
"Ma ne olacax, bu dınyada olan bı şêdır" dedi.
Şaşo’nun damarına dokunmuştu. ‘Nasıl öyle basitleştirir bu vızo! Kimden alır bu cesareti?’ Adama yaklaştı. Artistik bir hareketle gözlüğünü çıkarıp boynunu uzattı. Burnunun ucuna baktığı sanılan o şaşı gözleriyle, adamın – ama esasta yan taraftakinin, çünkü o da huylanmaya başlamıştı – yüzüne dik dik baktı.
"Bax gözım!" dedi.
Adam hemen atıldı;
"Ula bari gözım dême, wêy!"
"Bax gözım... ‘Ma nedır, bu dınyada olan bı şêdır’ diyisen, doxri. Ê de haydê ma nedır, oni da söyle!"
Adam dilini yuttu sanki.
Şaşo;
"Bilmiseeen... Yaa!" dedi. Kurnazca güldü. Aniden kaşlarını çatıp sertleşti;
"Ulan qazma! Bılmisen bılmisen. Tamam anladıx! Ê niye bêle korfistandan atisen? Hıı!"
"Hıı?!" dedi kalabalık.
"Hadê sıktır ol gêt burdan. Hadêêê!" dedi, elinin tersiyle de kovarak "kış, kış,kış...!"
Adam korku içinde uzaklaştı.
Şaşo;
"Şebşeboka bax hele yaw!" dedi, inceden gururlanarak.
Seyredenler, belli belirsiz mırıltılara mimik ve jestlerini de katarak Şaşo’ya hak verdi. Kalabalık iki üç kat büyüdü. Zaten böyle yerlerde üç-beş kişi dikkatle bir noktaya bakmasın; bir şey var ya da yok, hiç farketmez, gelen geçen de durur ve aval aval bakakalırdı. Hele bir de buradaki gibi siyah örtüyle gizlenmiş bir şey varsa... Saklı bir şeyi görme şerefinin dayanılmaz heyecanı, ayakların olduğu yere kilitlerdi.
Şimdi örtüyü kaldırma zamanıydı.
Titi, omuzlarını dik tutup o uzun boyuna biraz daha heybet kattı. Örtünün tepesinden iki parmağını tuttu. Acaba kalabalık ne yapıyordu? Eğildiği yerde kafasını çevirdi, otuz iki dişini birden göstererek güldü manzaraya; aynı hizada eğilmiş kafaların ortasında alabildiğine açılmış gözler kordon gibi ışıl ışıl parlıyordu.
"Açayım?"
"Aç!" diye kararşlı bir ses yükseldi kalabalıktan.
"Ne dedınız? Duymadım!"
"Aç! Aç!"
"Hopınız! Hopınız! Aç maç olmaz!"
Gözler, Titi’nin örtüyü tutan parmaklarındaydı. Açtı açacak gibi yapıyor, sonra bırakıyor, gülümseyerek kalabalığın tepkisini ölçüyordu.
"Açacaxımi sandınız degıl? Bekleyın biraz."
Dişleri döküldüğünden alt çenesi öne kaymış kaz dudaklı biri;
"Ula de fazla gıcıx yapma, açacaxsan aç!" dedi.
Arka taraflardan kalabalığı yarıp öne fırlayan bir çocuk, kedi gibi ince sesiyle bağırdı;
"Ne olmiş burda, ne olmiş burda?"
Kaz dudaklı dişsiz kükredi;
"Eşeq sınnet olmiş, kirve ariler!"
Kendini tutamayıp çocuğun suratına bir tokat yapıştırdı. Şrrraaak!
Çocuk neredeyse çıldıracaktı. Korku-morku, saygı-maygı dinlemeden yaşaran gözlerini yumdu;
"Ula anani bacıni, niye wurisen? Hee ula, niye? Ula ben sahan ne yaptım oxlım? Devşorbe oxli devşorbe!"
Kalabalıktan birkaç kişi;
"Ula hışt!" dedi.
"Axzıni temiz tut!"
"Daha bi qırtix boyın war!"
"Terbiyeli ol!" dediylerse de duracağı yoktu çocuğun.
"Qehpoxli qehp! Hezar metre darik bikeve te! Mi di jina bavê te..." der demez kaz dudaklı, çocuğun kulağını tuttu. Çenesini uzatıp ağzında kalan o tek tük dişlerini gıcırdatarak küçücük kulağı çekmeye başladı.
Çocuk bir omzudan tek ayağına kadar havaya kalktı, çığlığı yükselerek tüm meydanı sardı. Ciğeri yanan bir genç;
"Amca, ma sen onın tay’isan? Bi qırtik boyi war çocıxın... Tutmişsan qulaxıni, bırax bax qopacax!" dedi.
"Yox, sözıni gêri alacax!"
"Eyip sahan yaw!"
"Sen qarışma!"
"Yaw daha çocıxtır, ne olacax. O qeder cıddiye alma."
"Çocıxtır, hema piçtir! Çocıxmiş... Ma çocıxsa çocıxlıxıni bılsın!"
"Amca yeter dedım, bırax qulaxi!"
"İlle geri alacax!"
"Tamam sen bırax, o da alsın."
Dişsiz, kulağı bıraktı. Çocuğun havadaki ayağı yere indi. Elini acıyla kulağına götürüp dişsizin yüzüne baktı;
"Keftooor!" diye bağırdı.
Fırladı kaçtı. Dişsiz peşinden gidecekti ki, genç onu ceketinden tuttu;
"Eyip sahan amca, çocıxla çocıx oldın! Tamam, hema o küfırlerın hepsi bahan olsın."
Dişsiz sakinleşti biraz. Çocuk tam karşıda, dişsizi de görebileceği bir yerde durdu. Çekilmiş kulağı kıpkırmızıydı.
Ortalık durulunca Dodo, Titi’nin kulağına eğildi;
"De haydê aç! Yoxsa mıllet birbırıni yiyecax!" dedi.
Titi ‘olur’ anlamında başını salladı.
"Şındi gözınızi qapatın mıllet."
Siyah örtüyü tuttu, kalabalığa döndü;
"Hemen de qapattınız ha! Hadê hadê açın, şaqa yaptım... Şındi bereber sayiyıx, tamam? Haydê! Biiiir.... İkkiiii...."
Kalabalık hemen;
"Uuuç!“ dedi.
Titi elini sallayarak;
"Devam devam!" dedi.
"İkki bıçooox... İkki yetmiş beeeeş... İkki seksaaaan... İkki seksan beeeş... İkki doqsaaan... İkki doqsan doqııız... İkki doqsan doqız bıçooox..."
"Uuuç!" dedi tüm meydan.
Siyah örtü, Titi’nin parmakları arasından havaya fırladı, yükseldi, toplanarak duraksadı, gerilan kanatlar gibi açılıp yalpalanarak aşağı süzüldü.

(Devamı yarın...)


[1] Düşünmeden, kafadan atmak
[2] Ağzının şekli bozuk anlamında
[3] Bin metre ağaç girsin sana! Babanın karısını...

1 yorum: