Başur'u en iyi simgeleyen motif belki de yarımay ya da Soranca adıyla niwemang’dır. Yarımayın bir yanı aydınlık, bir yanı karanlıktır. Bir yanı parlak, bir yanı sönüktür. Bir yanı ışıl ışıl, bir yanı buğulu ve boğucudur. Yarımayın aydınlık yanı parlaklığını öbür yanının karanlığından alır. Ve karanlığının koyuluğundandır aydınlık tarafının onca ışık saçması.
Yarımaya baktığımızda ayın yüzünün ak tarafını görürüz hep. Diğer yüzü saklı kalır gecenin karanlığında, kendini görünmez kılar, orada olsa bile. Oysa Başur’a baktığımızda çoğu zaman tersi olur; aydınlık yanı karanlığında kaybolur gözümüzde. Aklımıza birakujî gelir, işbirlikçilik, ihanet, teslimiyet gelir. Başur bunlardan ibaretmiş gibi. Ama değil.
Tarihe bakalım; dünyanın neresinde bir halkın özgürlük uğruna direnişi bozguna uğramışsa mutlaka işin içinde ihanet vardır. Kürtlere ya da Başur’a özgü değildir ihanet. Ve tarihteki Kürt isyanlarının başarısızlığa uğramasının tek ya da yegane sebebi de ihanet değildir. Çözümlenmesi gereken bir realitedir ama asla kader değildir.
Fakat özellikle Başur şahsında irdelenmesi gereken husus, işbirlikçilik-ihanetin bir çizgi haline gelmesidir. Hangi dönemde, hangi koşullar altında, hangi güçlerin etkisiyle işbirlikçi çizgi ortaya çıkmıştır? Bu soruları sormamız gerekiyor. Öbür türlü kaderciliğe düşeriz. Sanki hep var ola gelmiş, hep de var olacakmış gibi. Oysa bir çizgi olarak işbirlikçiliğin Kürdistan’daki tarihi yüz yılı geçmiyor. Ve inşa edilmiş bir olgu olduğundan aşılması da pekala mümkündür.
Hepten sorumluluğu dış güçlere yükleyip, kendi payını inkar etmek mümkün değil, ancak Başur’da işbirlikçi çizginin geliştirilmesinde esas rolü İngilizlerin oynadığı bir gerçek. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve onu izleyen yıllarda İngilizlerin Başur’da izlediği siyaseti bu anlamda iyi irdelemek gerekiyor. Zira özgür Kürt çizgisine karşı işbirlikçi Kürt çizgisinin oldukça bilinçli ve sistematik bir şekilde inşa edildiği yıllardır. Rewanduzlu İsmail Beg bu bağlamda ilk örneklerdendir.
İyi derecede İngilizce bilen, bir Batılı gibi giyinen, Batı kültürüne hakim genç İsmail, 1918’de babası Suayid Beg öldürülünce onun yerine geçti. İngilizler açısından ideal bir işbirlikçiydi, o nedenle hem İngilizlerin geliştirdiği yeni idari sistemde Rewanduz valisi yapıldı hem de daha sonra, 1925’te kurulan Irak Meclisi’ne milletvekili olarak tayin edildi. İsmail Beg’in niyetini okuyamayız, bu konuda elimizde yeterince kaynak bulunmuyor. Ancak büyük ihtimalle artık Başur ve Irak’ın genelinde temel güç olan İngilizlerle dostane ilişkilerin Kürtler için faydalı olacağını ve bunun sonucunda bağımsızlığın veya özerkliğin sağlanabileceğini düşünmüştür (bu büyük yanılgının ağır sonuçlarını günümüzde bir kez daha yaşamaktayız).
İsmail Beg -belki de farkında olmadan- işbirlikçi Kürt çizgisinin inşa edilmesine zemin olurken, onu en fazla zorlayan, elinde maddi ya da aşiret desteği bulunmayan Rewanduzlu Nuri oldu. Birçok kaynakta eşkıya olarak isimlendirilerek davası basitleştirilen Nuri’nin İsmail Beg ile temel derdi, İngilizlerle işbirliği yapmasıydı. Tek başına İngilizlerin uzun yıllar bir türlü baş edemediği bir güç haline geldi. Nuri’nin mücadelesi çokça basite indirgense de aslında özgür Kürt çizgisinin işbirlikçi çizgiye karşı direnişiydi. İki taraf arasındaki esas mesele, iki çizgi arasındaki çelişkiydi.
Bu gibi örnekler çok kıymetli ve anlamlı. Çünkü bize özgür Kürt çizgisinin işbirlikçi Kürt çizgisinin inşasına karşı ne kadar direndiğini gösteriyor. Ve günümüzde de bu direniş, bu kavga daha geniş çapta devam ediyor.
Bir diğer önemli örnek de Şêx Mahmûd Berzencî öncülüğünde İngiliz emperyalizmine karşı yürüttüğü mücadeledir. Berzencî burada özgür Kürdü temsil ediyor. Onun başarısızlığa uğratılması işbirlikçi çizginin başarıya ulaştırılması anlamına geliyordu İngilizler açısından. O nedenle ellerinden geleni yaptılar. 1919’da Süleymaniye’nin İngiliz uçakları tarafından bombalanması, tarihte isyan bastırma amaçlı düzenlenen ilk hava saldırısı oldu. İngilizlerin Berzencî’nin temsil ettiği çizgiye karşı mücadelesi sadece askeri veya politik yöntemlerle değil, aynı zamanda ideolojik araçlarla da geliştirildi. Ki işbirlikçi çizgi de esasında ideolojik bir meseledir. Bunun için örneğin özellikle de Başur’un entelektüel ve kültürel merkezi sayılan Süleymaniye ve çevresinde dergi gibi özel yayınlar çıkarıldı. Nasıl ki günümüzde de medya yoluyla algılar oluşturuluyorsa, o dönemde de oldukça sistematik bir biçimde algı operasyonları yürütüldü.
Çizgi olarak en fazla yüz yıllık bir geçmişe sahip olan işbirlikçiliğin Kürt halkına herhangi bir şey kazandırmadığını, Başur’daki son gelişmeler de net bir şekilde gösteriyor. Kürt sorunu veya Kürtlerin statü(süzlük) durumu zaten hep medet umulan dış güçlerin siyasetinin sonucu olarak ortaya çıkmadı mı? Öyleyse Kürdistan’ın parçalanmışlığı, Kürtlerin statüsüz kılınması, topraklarının her türlü sömürüye açık tutulmasında temel rol oynayan devletlere neden koruyucu veya kurtarıcı gözle bakılır ki?
Mesela en son 16 Ekim 2017 itibariyle Irak devlet güçleri Başur’daki Kürt kazanımlara büyük ölçüde el koyarken Hewlêr’de neden “Amerika bize ihanet etti” yazılı pankartlar açıldı? Kimin kime ihanet ettiği ayrı bir konu da; ABD’nin Irak devletinin tehditlerini uygulamaya koymasına izin vermeyeceğine nasıl inanıldı? Tarih bu konuda gerçekten tekerrür ediyor. Aklıma 1975 Cezayir Antlaşması öncesinde KDP içinden “İran bizi Irak’a satacak, tedbir almamız lazım” şeklindeki uyarıların “Kim ki bu konuda kuşku yaratıyorsa ihanetçidir” biçiminde bastırılması geldi.
İşbirlikçilik özü gereği bağımlılıktır. Öz güce dayanmaz. O nedenle varlığını sağlamak için kendini başka güçlerin hizmetine sunar. O güçlerin karşısında başı dik olmaz, eziktir. Ama kendi halkını ezmekten çekinmez.
İşbirlikçiliğin çizgi olarak inşa edilmesi, klasik böl-yönet politikasının bir parçasıdır. İki çizginin çatıştırılması üzerinden ulus parçalanır. Toplum parçalanır. Ulusal birlik önlenir. Fakat tam da bundan dolayı işbirlikçiliğin panzehiri demokratik ulusal birliktir. Şu anda Başur’da en fazla ihtiyaç duyduğumuz da budur. Bir partinin değil, bütün halkın, hatta halkların çıkar ve ihtiyaçlarını gözeten, halk ve ülke olarak karşı karşıya olduğumuz tehlikeleri ortak bir siyaset ve strateji doğrultusunda göğüsleyen, dış ve bölge güçlerine bağımlılığı asgari düzeye indirip öz gücü yükselten, gücünü birleştiren, aklını ortaklaştıran bir tutum ve birlik anlayışına ihtiyacımız var.
Bu anlayış ise öncelikle kadınlar arasında oluşturulmalıdır. Çünkü Başur’da iflas eden siyaset eril siyasettir, çöken eril sistemdir. Bu iktidarcı sistemin öncüleri demokratik bir sistemin özneleri olamaz. Başur’da hala hakkı verilmemiş güçlü bir kadın direnişçiliği, örnek alınacak bir tarihi miras var. Adını tarih kitaplarına yazdırmayı başaranların yanında binlerce, on binlerce, hatta yüzbinlerce kadının Baas’tan DAİŞ’e her türlü soykırımcı rejime karşı yürüttüğü bir direniş var. Çok ağır bedeller ödendi, hala da ödeniyor. 1980’li yıllarda Baas rejimi tarafından köyleri yıkılıp şehirlere sürülenler, en son 16 Ekim’de ve izleyen günlerde Heşdi Şabi ve Irak devlet güçlerinin saldırıları sonucunda bir kez daha kendi topraklarında mülteci durumuna düştüler. Geçmiş travmaların üzerine yenileri ekleniyor. Bunun en fazla da kadınları etkilediği açık.
O yüzden de krizden çıkış için kadınların inisiyatif üstlenmesinden başka çare yoktur. Ancak iç demokrasiyi geliştirerek hem mevcut kriz aşılabilir hem de yeni krizlerin önü alınabilir. Ve demokrasi geliştikçe işbirlikçi çizgi zayıflayacaktır. Çünkü o iktidarcılığa, erkek egemenliğine, bağımlılığa, merkeziyetçiliğe, ranta, yolsuzluğa dayanıyor. Bunlar aşıldıkça özgürlük sağlanabilir. Ve bu pekala mümkündür. Çünkü işbirlikçi çizgi bir inşadır, kader değil. İnşa edilmiş olan her şey yıkılabilir.
Newaya Jin'ın Aralık 2017 sayısında yayımlandı.
Yarımaya baktığımızda ayın yüzünün ak tarafını görürüz hep. Diğer yüzü saklı kalır gecenin karanlığında, kendini görünmez kılar, orada olsa bile. Oysa Başur’a baktığımızda çoğu zaman tersi olur; aydınlık yanı karanlığında kaybolur gözümüzde. Aklımıza birakujî gelir, işbirlikçilik, ihanet, teslimiyet gelir. Başur bunlardan ibaretmiş gibi. Ama değil.
Tarihe bakalım; dünyanın neresinde bir halkın özgürlük uğruna direnişi bozguna uğramışsa mutlaka işin içinde ihanet vardır. Kürtlere ya da Başur’a özgü değildir ihanet. Ve tarihteki Kürt isyanlarının başarısızlığa uğramasının tek ya da yegane sebebi de ihanet değildir. Çözümlenmesi gereken bir realitedir ama asla kader değildir.
Fakat özellikle Başur şahsında irdelenmesi gereken husus, işbirlikçilik-ihanetin bir çizgi haline gelmesidir. Hangi dönemde, hangi koşullar altında, hangi güçlerin etkisiyle işbirlikçi çizgi ortaya çıkmıştır? Bu soruları sormamız gerekiyor. Öbür türlü kaderciliğe düşeriz. Sanki hep var ola gelmiş, hep de var olacakmış gibi. Oysa bir çizgi olarak işbirlikçiliğin Kürdistan’daki tarihi yüz yılı geçmiyor. Ve inşa edilmiş bir olgu olduğundan aşılması da pekala mümkündür.
Hepten sorumluluğu dış güçlere yükleyip, kendi payını inkar etmek mümkün değil, ancak Başur’da işbirlikçi çizginin geliştirilmesinde esas rolü İngilizlerin oynadığı bir gerçek. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve onu izleyen yıllarda İngilizlerin Başur’da izlediği siyaseti bu anlamda iyi irdelemek gerekiyor. Zira özgür Kürt çizgisine karşı işbirlikçi Kürt çizgisinin oldukça bilinçli ve sistematik bir şekilde inşa edildiği yıllardır. Rewanduzlu İsmail Beg bu bağlamda ilk örneklerdendir.
İyi derecede İngilizce bilen, bir Batılı gibi giyinen, Batı kültürüne hakim genç İsmail, 1918’de babası Suayid Beg öldürülünce onun yerine geçti. İngilizler açısından ideal bir işbirlikçiydi, o nedenle hem İngilizlerin geliştirdiği yeni idari sistemde Rewanduz valisi yapıldı hem de daha sonra, 1925’te kurulan Irak Meclisi’ne milletvekili olarak tayin edildi. İsmail Beg’in niyetini okuyamayız, bu konuda elimizde yeterince kaynak bulunmuyor. Ancak büyük ihtimalle artık Başur ve Irak’ın genelinde temel güç olan İngilizlerle dostane ilişkilerin Kürtler için faydalı olacağını ve bunun sonucunda bağımsızlığın veya özerkliğin sağlanabileceğini düşünmüştür (bu büyük yanılgının ağır sonuçlarını günümüzde bir kez daha yaşamaktayız).
İsmail Beg -belki de farkında olmadan- işbirlikçi Kürt çizgisinin inşa edilmesine zemin olurken, onu en fazla zorlayan, elinde maddi ya da aşiret desteği bulunmayan Rewanduzlu Nuri oldu. Birçok kaynakta eşkıya olarak isimlendirilerek davası basitleştirilen Nuri’nin İsmail Beg ile temel derdi, İngilizlerle işbirliği yapmasıydı. Tek başına İngilizlerin uzun yıllar bir türlü baş edemediği bir güç haline geldi. Nuri’nin mücadelesi çokça basite indirgense de aslında özgür Kürt çizgisinin işbirlikçi çizgiye karşı direnişiydi. İki taraf arasındaki esas mesele, iki çizgi arasındaki çelişkiydi.
Bu gibi örnekler çok kıymetli ve anlamlı. Çünkü bize özgür Kürt çizgisinin işbirlikçi Kürt çizgisinin inşasına karşı ne kadar direndiğini gösteriyor. Ve günümüzde de bu direniş, bu kavga daha geniş çapta devam ediyor.
Bir diğer önemli örnek de Şêx Mahmûd Berzencî öncülüğünde İngiliz emperyalizmine karşı yürüttüğü mücadeledir. Berzencî burada özgür Kürdü temsil ediyor. Onun başarısızlığa uğratılması işbirlikçi çizginin başarıya ulaştırılması anlamına geliyordu İngilizler açısından. O nedenle ellerinden geleni yaptılar. 1919’da Süleymaniye’nin İngiliz uçakları tarafından bombalanması, tarihte isyan bastırma amaçlı düzenlenen ilk hava saldırısı oldu. İngilizlerin Berzencî’nin temsil ettiği çizgiye karşı mücadelesi sadece askeri veya politik yöntemlerle değil, aynı zamanda ideolojik araçlarla da geliştirildi. Ki işbirlikçi çizgi de esasında ideolojik bir meseledir. Bunun için örneğin özellikle de Başur’un entelektüel ve kültürel merkezi sayılan Süleymaniye ve çevresinde dergi gibi özel yayınlar çıkarıldı. Nasıl ki günümüzde de medya yoluyla algılar oluşturuluyorsa, o dönemde de oldukça sistematik bir biçimde algı operasyonları yürütüldü.
Çizgi olarak en fazla yüz yıllık bir geçmişe sahip olan işbirlikçiliğin Kürt halkına herhangi bir şey kazandırmadığını, Başur’daki son gelişmeler de net bir şekilde gösteriyor. Kürt sorunu veya Kürtlerin statü(süzlük) durumu zaten hep medet umulan dış güçlerin siyasetinin sonucu olarak ortaya çıkmadı mı? Öyleyse Kürdistan’ın parçalanmışlığı, Kürtlerin statüsüz kılınması, topraklarının her türlü sömürüye açık tutulmasında temel rol oynayan devletlere neden koruyucu veya kurtarıcı gözle bakılır ki?
Mesela en son 16 Ekim 2017 itibariyle Irak devlet güçleri Başur’daki Kürt kazanımlara büyük ölçüde el koyarken Hewlêr’de neden “Amerika bize ihanet etti” yazılı pankartlar açıldı? Kimin kime ihanet ettiği ayrı bir konu da; ABD’nin Irak devletinin tehditlerini uygulamaya koymasına izin vermeyeceğine nasıl inanıldı? Tarih bu konuda gerçekten tekerrür ediyor. Aklıma 1975 Cezayir Antlaşması öncesinde KDP içinden “İran bizi Irak’a satacak, tedbir almamız lazım” şeklindeki uyarıların “Kim ki bu konuda kuşku yaratıyorsa ihanetçidir” biçiminde bastırılması geldi.
İşbirlikçilik özü gereği bağımlılıktır. Öz güce dayanmaz. O nedenle varlığını sağlamak için kendini başka güçlerin hizmetine sunar. O güçlerin karşısında başı dik olmaz, eziktir. Ama kendi halkını ezmekten çekinmez.
İşbirlikçiliğin çizgi olarak inşa edilmesi, klasik böl-yönet politikasının bir parçasıdır. İki çizginin çatıştırılması üzerinden ulus parçalanır. Toplum parçalanır. Ulusal birlik önlenir. Fakat tam da bundan dolayı işbirlikçiliğin panzehiri demokratik ulusal birliktir. Şu anda Başur’da en fazla ihtiyaç duyduğumuz da budur. Bir partinin değil, bütün halkın, hatta halkların çıkar ve ihtiyaçlarını gözeten, halk ve ülke olarak karşı karşıya olduğumuz tehlikeleri ortak bir siyaset ve strateji doğrultusunda göğüsleyen, dış ve bölge güçlerine bağımlılığı asgari düzeye indirip öz gücü yükselten, gücünü birleştiren, aklını ortaklaştıran bir tutum ve birlik anlayışına ihtiyacımız var.
Bu anlayış ise öncelikle kadınlar arasında oluşturulmalıdır. Çünkü Başur’da iflas eden siyaset eril siyasettir, çöken eril sistemdir. Bu iktidarcı sistemin öncüleri demokratik bir sistemin özneleri olamaz. Başur’da hala hakkı verilmemiş güçlü bir kadın direnişçiliği, örnek alınacak bir tarihi miras var. Adını tarih kitaplarına yazdırmayı başaranların yanında binlerce, on binlerce, hatta yüzbinlerce kadının Baas’tan DAİŞ’e her türlü soykırımcı rejime karşı yürüttüğü bir direniş var. Çok ağır bedeller ödendi, hala da ödeniyor. 1980’li yıllarda Baas rejimi tarafından köyleri yıkılıp şehirlere sürülenler, en son 16 Ekim’de ve izleyen günlerde Heşdi Şabi ve Irak devlet güçlerinin saldırıları sonucunda bir kez daha kendi topraklarında mülteci durumuna düştüler. Geçmiş travmaların üzerine yenileri ekleniyor. Bunun en fazla da kadınları etkilediği açık.
O yüzden de krizden çıkış için kadınların inisiyatif üstlenmesinden başka çare yoktur. Ancak iç demokrasiyi geliştirerek hem mevcut kriz aşılabilir hem de yeni krizlerin önü alınabilir. Ve demokrasi geliştikçe işbirlikçi çizgi zayıflayacaktır. Çünkü o iktidarcılığa, erkek egemenliğine, bağımlılığa, merkeziyetçiliğe, ranta, yolsuzluğa dayanıyor. Bunlar aşıldıkça özgürlük sağlanabilir. Ve bu pekala mümkündür. Çünkü işbirlikçi çizgi bir inşadır, kader değil. İnşa edilmiş olan her şey yıkılabilir.
Newaya Jin'ın Aralık 2017 sayısında yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder