"Nisan en zalim aydır," demiş T.S. Eliot, Çorak Ülke şiirinde; "gövertir/ Leylakları ölü toprakta, yoğurur/ Anılarla istekleri, uyarır/ Uyuşuk kökleri bahar yağmuruyla..."
Şiirin bu dizelerle başlayan bölümüme "Ölülerin Gömülüşü" başlığını vermiş. Yaşamı kutlamaya gittiğimiz o gün payımıza ölüm düşecekti. Sevincin bedeli yastır bu topraklarda, on yıllardan beri kanundur bu! O kanunu delmeye gitmiştik, delemedik... Yeşil yapraklı sapsarı kır çiçeklerine kan sıçrayacaktı, kıpkızıl. Yasaklı renklerin inadı mıdır bu, bilinmez; ama kırmızısı hiç eksik olmuyor...
* * *
...Yücelerden gelen şu ses de nedir
Anaların yaktığı ağıdın mırıltısı,
Nedir şu kukuletalı insan yığını, kaynaşır
Sonsuz ovalarda, tökezler çatlak toprakta,
Ki kuşatılmış dümdüz bir ufukla yalnız,
Hangi kenttir şu dağların üstündeki
Çatırdı ve sessizlik ve patlamalar erguvan gökte...
* * *
Etrafı tepelerle örülü düzlükte durdurulduğumuzda, birazdan silah ve gaz bombası seslerinin yükseltileceğini sezen var mıydı, bilmiyorum. Kendi topraklarımızda yolcuyduk ama yolumuz kapatılmıştı. Demirden barikatların arkasına tanklar dizilmişti. Tepeler, yarım daire şeklinde askerlerce tutulmuştu. Bunun adı işgaldi, savaştı. Biz ortasında, bayram havasında. Öyle naif bir iyimserlik ki, arabalardan inilmiş, davul zurna eşliğinde halaylar çekiliyor. Yol bizim, yolcu biz.
Yüzü maskeli, eli bayraklı gençler, tek sıra halinde tümüyle askerlerce tutulan tepenin yamacında yürüyüş yapıyor. Fistanlı analar, şalvarlı babalar, belki de dedeler de hızlı adımlarla yamacın aşağı kısmına çıkıyor. Taş topluyorlar. O taşlarla, yamaca üç harfi yazıyorlar: APO. Sonra bir kadın, o sapsarı kır çiçeklerle süslüyor üç harfi, özenle, titizlikle. Birkaç adım geriye gidip, taşları ve çiçekleri şöyle bir süzüyor, sonra yüzünde mutlu bir tebessüm beliriveriyor. Evet, olmuş. Hatta güzel olmuş. Hep birlikte sırtlarını askerlerin tuttuğu tepeye dönüp, zafer işareti yapıyorlar, 'görevi' başarıyla yerine getirmiş olmanın gururuyla.
O esnada gözüme üç ana takılıyor. Ellerinde bir poşetle, alelacele yamaca çıkmaya çalışıyorlar. Birinin ayağında terlik olduğundan, bir ara düşecek gibi oluyor, önündeki hemen elinden tutuyor. Bir ara durup, etraflarına bakıyorlar. Bir yeri arar gibiler. Karar veremiyorlar; biri bir yönü gösteriyor, öbürü başka bir yönü. Üçüncüsünün araya girmesiyle karar veriyorlar, gözlerine kestirdikleri bir noktaya, bu kez daha hızlı adımlarla yürüyorlar.
Belirledikleri yere ulaştıklarında durup, sağa sola bakıyorlar. Sonra, hep birlikte ellerindeki poşetlerden birer bez çıkarıyorlar. Biri sarı, biri yeşil, öteki kırmızı. Eşit büyüklükteki o kumaş parçaları aynı anda, yan yana diziyorlar toprağa. Ardından, yine sözleşmiş gibi aynı anda başlarını gururla kaldırıp yolun üstünde halaya durmuş yolculara bakıyorlar.
Çok geçmeden, hafif esen rüzgarın uçurtmaması için elleriyle tuttukları o üç bez parçasının etrafı insanlarla doluyor. Bir genç, Abdullah Öcalan'ın siyah boyayla beyaz beze çizilmiş resmini elinde tutuyor. Bir grup daha yamacın tam o noktasına çıkmak üzereydi ki birden gaz bombaları yağmaya başladı. Çembere alınmıştık, dört bir yandan saldırıyorlardı. Biz kendi topraklarımızda yolculuk yapmaya gelmiştik, yolumuzu kapatmışlardı. Bunun adı işgaldi. Bizim elimizde taş vardı, onlar silahlarla vuruyordu. Bunun adı savaştı.
* * *
Yaşamı kutlamaya gittiğimiz o gün, elimize ölümü tutuşturdular. Sevinçle ayrıldığımız evlere yas ile döndük. İki ölü ile döndük, yarım kalan Amara yolculuğundan; Mahsum Karaoğlan ve Mustafa Dağ.
Aradan geçen üçüncü 4 Nisan'dır bu yılki. 4 Nisan denildi mi artık onlar gelir aklımıza, onları düşünürüz, hatırlarız, anarız. Bu nedenle 4 Nisan'ın bir yanı hep buruktur da. Fakat ben 4 Nisan'ı düşündüğümde, aklıma aynı zamanda, çok gizli ve tehlikeli bir iş yapacaklarmış gibi, ellerindeki ince siyah poşetlerle yamaca çıkıp, tanklarla işgal edilmiş topraklara Kürdün yasaklı renklerinden bir bayrak diken üç ana gelir. 4 Nisan'a biçilen anlam da budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder